KÜRESEL ve kültürel hegemonya kavramı ilk defa filozof Antonio Gramsci tarafından kullanılmıştır. Hegemonik yaklaşım daha ziyade, burjuvazi değerlerine göre işleyen iktisadi ve ideolojik bir mücadele olarak ifade edilmiştir. Zaman içerisinde ön plâna çıkan sistemleri analiz eden siyaset uzmanlara göre; dünya ekonomilerinde yaklaşık yüz-yüz elli yıllık zaman dilimleriyle sınırlı olan, bazı devletlerin diğer devletlere karşı sağladığı üstünlüğe hegemonya denilir. Siyasi hegemonyada bu üstünlük ekonomik, ideolojik ve siyasi gücün bileşimi sonucu ortaya çıkar ve askeri güç kullanılmadan sürdürülür.
Küresel hegemonya kavramı, keyfiyeti meçhul olan bir teori veya slogan haline getirilen bir kavram değildir. Vahşi kapitalizmin zaruri bir sonucu olan küresel hegemonya ihtirası, uluslararası hukuku ortadan kaldıran bir felakete dönüşmüştür. Bundan on üç yıl önce, Misak Dergisi’nin ‘Ayın Konusu’ bölümünde ‘Küresel Hegemonya İhtirası’ üzerinde durmuş ve nelerin yaşanabileceği konusunda hazırlanan bir raporu tahlil etmiştik!..Bu tahlili kısaca hatırlayalım:
"Komünizmin iflası ve SSCB’nin dağılması; ABD’nin dünya üzerinde hem sanal, hem gerçek boyutları olan, küresel bir hegemonya kurmasına vesile olmuştur. Sanal dememizin sebebi şudur: ABD’nin global üretimdeki payı, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana sürekli olarak gerilemektedir. 1947 yılında ABD, dünya gayri safi milli hâsılasının yarısına (% 50) sahip olan bir devlettir. Son yıllarda bu rakam %20 civarına düşmüştür. Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra ABD’nin; önce “Çöl Fırtınası” harekâtıyla Basra Körfezi’ne, sonra “Sonsuz Özgürlük” operasyonuyla Afganistan’a yerleşmesinin bir değil, birden fazla sebebi vardır. (..) Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan ve CIA’nın resmi web sitesinde yayınlanan “Global Geleceği Haritalamak” başlıklı rapor, İlluminati Çetesi’nin önümüzdeki on beş yıllık dönemle ilgili ihtiraslarını ortaya koymaktadır. Raporun konusu, 2020 yılında Dünyanın siyasi ve iktisadi manzarasıdır. Gelecek bilim (Futurology) çalışmaları içinde önemli bir yer alacağa benzeyen 123 sahifelik rapor, dört bölümden oluşmaktadır: Davos Dünyası, Pax Americana, Yeni bir Hilafet ve Korku Çemberi! Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin; sahalarında uzman olan kimseleri seferber ederek böyle bir raporu hazırlatması, hafife alınabilecek bir hadise değildir. Rapor’un “Davos Dünyası" başlıklı bölümünde, ekonomik alanda şu gelişmelerin yaşanacağı öngörülmektedir: «Önümüzdeki on beş yıl içinde dünya ekonomisi % 80 oranında büyüyecek ve kişi başına düşen gelir % 50 oranında artacaktır. Global ölçekte iki yeni aktör devreye girecektir: Çin ve Hindistan!. Bu yıl İngiltere’yi sollayan Çin, 2010’da Almanya’yı ve 2016 yılında Japonya’yı geride bırakacaktır. 2020 yılında; sessiz, sakin ama kararlı bir şekilde gelişen Çin ile başta ABD olmak üzere bugünün patronları arasında bir hesaplaşma başlayacaktır.»" (Geniş bilgi için /Misak Dergisi - Mart: 2005-Sayı: 172 Sh: 3-5)
ABD ve Çin arasında yaşanan ticaret savaşına geçmeden önce, ekonomik yaptırımların hedefi olan ülkeleri kısaca gözden geçirelim:
Uluslararası hukuku ortadan kaldıran Amerika’nın uygulamalarından birisi, kendi siyasi ihtiraslarına teslim olmayan ülkelere karşı ekonomik yaptırımları ön plâna çıkarmasıdır. Düşünün; bir devlet kalkıyor, diğer devletler hakkında kendi politik-yargı sistemiyle kararlar veriyor, yaptırımlar uyguluyor, aldığı kararları silahla dayatıyor. Bu bir anlamda ‘Ben dünyanın efendisiyim, istediğimi yaparım’ anlayışının çok pervasız bir şekilde sahneye konulmasıdır. ABD’nin kendi politikalarına veya çıkarlarına ters düştüğü için birçok ülkeye ekonomik yaptırımlar uyguladığı malûmdur. Çin, Türkiye, Rusya, İran, Kuzey Kore, Sudan bu ülkelerden bazılarıdır. ABD, Rusya gibi küresel sistem içinde önemli ağırlığı olan bir ülkenin bankalarına ve savunma şirketlerine ceza verebilmektedir.. Uluslararası kuruluşlar değil, ABD’nin kendi kuruluşları başka ülkelerdeki şirketlere cezalar yazıyor, yaptırım kararları alıyor. (Halkbank Davası gibi) Bir devlet kalkıyor, tek taraflı olarak ve keyfi gerekçelerle ‘kara listeler’ yayınlıyor. Meselâ: ABD Hazine Bakanlığı Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi (OFAC) bunlardan birisidir. Bugüne kadar Fransız, İngiliz ve Avrupalı birçok bankaya sudan sebeplerle cezalar kesildiği malûmdur. Uzun yıllar ABD’nin yaptırımlarına maruz kalan İran; Donald Trump’ın devlet Başkanı koltuğuna oturmasından sonra, yeniden boy hedefi haline gelmiştir.
Tahran yönetimi, ABD Başkanı Trump ve ekibinin tehditkâr söylemleri karşısında güçlü durmaya çalışmaktadır. Bir taraftan kendisine yönelik bölgede oluşan ittifakla mücadele ederken, diğer taraftan önümüzdeki ay uygulanmaya konulacak olan petrol ve doğalgaz ‘ambargosu’ ile ilgili yaptırımların muhtemel sonuçlarını tahlile gayret etmektedir. Birleşmiş Milletler (BM) 73. Genel Kurulu kapsamında New York’ta İran nükleer anlaşmasına taraf ülkeler olan Fransa, Almanya, Rusya, İngiltere ve İran’ın dışişleri bakanları bir araya gelmiştir. Anadolu Ajansı Bülteni’nde yer alan habere göre; Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Temsilcisi Federica Mogherini, toplantının ardından düzenlediği basın açıklamasında bakanların kabul ettiği ortak bildiriyi okumuştur. Katılımcıların İran nükleer anlaşmasının tam ve etkili bir şekilde uygulamaya devam etme konusunda kararlı oldukları ifade edilmiştir Ayrıca katılımcıların İran’ın nükleer anlaşmadan kaynaklı sorumluluklarını yerine getirdiği konusunda mutabık kaldığı ifade edilen bildiride, İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasının nükleer anlaşmanın temel parçası olduğu vurgulanmıştır. Bildiride, katılımcıların İran ile doğalgaz dahil genel ticareti kolaylaştırmak için özel ödeme kanalları konusunda anlaşma sağladığı kaydedilmiştir. Bu mekanizmanın İran ile meşru ticaret yapan ekonomik aktörlere güvence sağlayacağına değinilen bildiride, tarafların bu çerçevede bölgesel ve uluslararası ortaklarla iş birliğini sürdüreceği duyuruldu. Ancak İran’a yönelik ABD öncülüğünde yürütülen siyasi ve ekonomik baskının Tahran yönetimini zor duruma düşürdüğünü söylemek mümkündür.
İran Medyası’nda Hükümete yönelik eleştiriler yoğunlaşırken, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ülke içerisinde giderek artan siyasi mücadelede eli zayıflamaktadır. Geçtiğimiz ay İran parlamentosunda ekonomik kötü gidiş hakkında savunma yapan Ruhani’nin milletvekillerini ikna edememesi, önümüzdeki aylarda ortaya çıkacak yeni krizlerin habercisidir. Donald Trump yönetimi, Tahran’ı köşeye sıkıştırmak için önce bölgesel konjonktürü hazır hale getirmiş, daha sonra da kendi keyfi kararlarını devreye sokmuştur. Bölgesel anlamda İran karşıtı bir blok oluşturan ABD yönetimi, Tahran’a karşı kendi enstrümanlarını devreye sokmuştur. Bu enstrümanların başında ekonomik yaptırımların geldiği malûmdur.
Geçtiğimiz Mayıs ayında ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun, İran’a ‘tarihte görülmüş en ağır yaptırımları uygulayacaklarını’ ilan ettiğini unutmamak gerekir. İzleyen süreçte yaptırımlarla ilgili detaylar belirlenirken, yaptırımların ilk kısmı Ağustos ayında başlatılmıştır. Bu arada İran’ın özellikle Rusya ve Türkiye ile başta Suriye olmak üzere, bölgesel bazı konularda ortak hareket etmesi ABD yönetimini endişelendiren konuların başında gelmektedir. Bu üç ülke arasındaki olası bir stratejik ittifak, Washington’un bölgeye yönelik politikaları karşısında en önemli tehdit olarak görülmektedir. ABD yönetiminin İran’ın petrol ticaretini hedef alan ikinci aşama yaptırımları henüz devreye girmeden etkisini gösterdi ve Tahran’ın petrol ihracatı nisandan bu yana yüzde otuz azaldı. Bu genel izahtan sonra Amerika’nın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşına geçebiliriz.
ABD Başkanı Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşında, eski müttefiklerini yanında göremediğini söylemek mümkündür. ABD’nin bu hamleleri, Çin’in elini daha da güçlendiriyor. Bilindiği gibi ABD; halen dünyanın en büyük ekonomisi ve büyüklüğü 18.5 trilyon dolar. Borcu ise 21 trilyon dolar. Çin; 15 trilyon dolar ekonomik büyüklüğüyle, ABD’nin ardından ikinci sırada yer almaktadır. Satın alma gücü paritesi üzerinden yapılan hesaplamalara göre, Çin dünyanın en büyük ekonomisi durumundadır. 2018’de Çin’in iç pazarı ABD’yi geride bıkakmıştır. ABD, dünyanın ithalat şampiyonu ve 2.249 trilyon dolar ithalat yapıyor. Çin dünyanın ihracat şampiyonu olarak 2.97 trilyon dolar ihracat yapıyor. O nedenle Çin’e “dünyanın fabrikası”, “dünya ekonomisinin lokomotifi” denilmektedir.
ABD, dünyada en fazla dış ticaret açığı veren ülke; 800 milyar dolar dış ticaret açığı var. En çok dış ticaret açığı verdiği ülke de Çin. Buna karşılık Çin, dünyada en çok dış ticaret fazlası veren ülke; 510 milyar dolar dış ticaret fazlası veriyor. ABD ve Çin arasındaki ticaret hacmi 580 milyar dolar. ABD yılda 375 milyar dolar açık veriyor.
ABD Başkanı Trump, Çin’den ithal ettiği 800’den fazla ürüne yüzde 25 ek gümrük vergisi getirerek, hem yerli üreticiyi koruyacağına, hem istihdam artışına katkı yapacağına inanıyor. Çin, ABD’nin bu hamlesine misilleme yaparak karşılık verme ihtiyacını hissetmiştir. ABD’nin koyduğu ek gümrük vergileri en çok çelik ve alüminyum ithalatını kapsıyor. Ne var ki, çeliği ucuza ihraç eden Çin’in en çok çelik sattığı ülke ABD değil. ABD’nin en fazla çelik ithal ettiği ülkeler sırasıyla Kanada, Brezilya, Güney Kore, Meksika ve Rusya. ABD’nin başlattığı ticaret savaşlarına, çelik ithaline yüzde 25, alüminyum ithaline yüzde 10 ek gümrük vergisi getirmesine sadece Çin değil, ABD’nin müttefiki olan G – 7 içindeki diğer altı ülke (İngiltere, Fransa, Almanya, Kanada, Japonya, İtalya) karşı çıkmışlardır.
ABD ve Çin, Afrika’da da birbiriyle rekabet halindedirler. Çin Afrika’da tarım, hayvancılık, bayındırlık, baraj yapımı gibi alanlarda önemli yatırım ve yardım faaliyetleri yürütüyor. Yeraltı zenginliklerini çıkarıp işliyor. Afrika ülkelerine Çinli işçileri götürüyor. Bu yolla kendi vatandaşlarına istihdam imkânını sağlıyor.
ABD ve Çin ayrıca, Güney Çin Denizi başta olmak üzere, denizlerde de rekabet halindedirler. Çin, sadece deniz kuvvetlerini değil, ticaret filosunu da genişletiyor, güçlendiriyor ve gençleştiriyor. Burada dikkat çeken bir husus da şudur: Çin, zamanın kendi lehine işlediğinin farkındadır. 2013 yılında göreve gelen, yaptığı değişiklikle görev süresi üzerindeki sınırı kaldıran Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Çin’in kurucu lideri Mao Zedung’dan sonra, adını parti tüzüğüne yazdıran ikinci lider olarak, önemli adımlar atmış, siyasi istikrarı sağlamıştır. Daha önce Şanghay’da Parti Komitesi Sekreteri olarak çalışan, ardından devlet başkanı yardımcısı olarak görev yapan Şi Cinping, göreve başladığı 2013 yılında ‘Bir Kuşak Bir Yol Projesi’ni hayata geçirmeye karar vermiştir. Sekiz trilyon dolar yatırım beklentisiyle yola çıkan, dünyanın en büyük ekonomik projelerinden olan ‘Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nde ulaştırma, iletişim ve enerji sektörlerinin özel bir önemi vardır. Çin, bu sebeple çok yönlü, çok boyutlu bir dış politika izlemektedir. Meselâ: Hem İsrail ve Suudi Arabistan’la, hem İran’la ilişkilerini geliştirmektedir. Avrupa içinde de üç önemli devletle (Almanya, İngiltere, Fransa) ekonomik ilişkilerini artırmaktadır. Bu gelişme siyasi ilişkilere de yansıdığından, bu durum ABD’yi tedirgin etmektedir.
Çin lideri Şi Cinping, hem ekonominin sağlıklı işlemesi, hem siyasal istikrar, hem ülkesinin dış dünyadaki imajı, hem de yabancı yatırımcıya güven açısından, ülkesinde de önemli adımlar atması gerektiğini görüyor. Çin, 2017’de, Rusya’yla Çin Yuanı karşılığı uzun vadeli petrol tedarik sözleşmesi imzalamıştır. 2018 Mart ayında, Şanghay Uluslararası Enerji Borsası’nda petrol ticaretinde Yuan karşılığı işlemlerin başladığı malûmdur. Yuan’ın küresel ticarette artan ağırlığı ve rezerv para birimi olma yönünde ilerlemesi; Çin’in artan ağırlığını gösterdiği gibi, ABD’yi de derin derin düşündürmektedir. 2016 yılında IMF resmen Yuan’ı rezerv para birimi olarak kabul etmiştir ki, bu da enerji başta olmak üzere, küresel ölçekte yapılan ticarette Yuan’ın daha yaygın biçimde kullanılmasının önünü açmıştır.
Uluslararası marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance raporuna göre; 2018’de dünyanın en değerli bankası Çin’in ICBC bankası olmuştur. Değeri, 59.189 milyar dolar. İlk 10 banka içinde Çin’den 4, ABD’den 5, İngiltere’den 1 bankanın yer aldığı görülmektedir. Aynı zamanda Çin'in; dünyanın en çok enerji tüketen ülkesi, Ortadoğu petrollerinin en büyük müşterisi, dünyanın en büyük otomobil ve cep telefonu pazarlarından birisi olduğunu unutmamak gerekir. Çin’in elinde şu anda Beyaz Saray’ı ciddi bunalıma sürükleyecek 1,5 trilyon dolara yaklaşan ABD tahvili vardır. Şayet Çin bu devlet tahvillerini satmaya kalkarsa, Beyaz Saray’ın bütçesi zor duruma düşecek ve borçlanmak zorunda kalacaktır.
Yüksek tüketim, dış ticaret açığı ve borç ödemeleriyle boğuşan ABD’nin, konjonktürel fırsatlar dâhilinde üretim ve pazar avantajını iyi kullanan Çin’e karşı, devam eden ticaret savaşında mağlup olacağını söylemek mümkündür. Görünen manzara budur. Meselenin diğer bir boyutu da şudur: ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşı, Atlantik- Avrasya rekabetinin derinleşmesine sebep olmaktadır. Genel hatlarıyla manzara budur.