İmparatorlar mezarlığı olarak anılan Afganistan, tarih boyunca Doğu ile Batı arasındaki mücadelenin merkezinde yer almıştır. 1839 yılında İngilizlerin işgaline maruz kalan ülke seksen yıl süren savaştan sonra, 1919 yılında bağımsızlığına kavuşmuştur. Ülkede 1973 yılında SSCB’nin müdahalesi ile kraliyet rejimini son verilmiş, cumhuriyet ilan edilmiştir. Daha sonra 1979 yılında Komünist Rusya tarafından Afganistan fiilen işgal edilmiştir. On yıl süren bu işgal, müstevli kâfirlere karşı savaşan mücahitlerin zaferiyle neticelenmiştir. Mücahid gruplar 1992 yılında son komünist yönetim olan Dr. Necibullah hükümetine son vermişler ve Afganistan İslam Devleti'ni ilan etmişlerdir. Bu gelişmelerden rahatsız olan ve ‘Afganistan’ın Dostları’ adı altında bir araya gelen ABD ve müttefikleri, yıllarca sürecek iç savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Daha sonra ABD-İngiliz ve Batılı devletlerin desteğinde kurulan yeni hükümette yer alan siyasi gruplara bir göz atmakta fayda vardır. Batı’da eğitim görmüş olan Peştun unsurlar; Babrak Karmal’ın tedrisinden geçmiş Komünist bürokratlar, İran destekli Şii Hazara hareketi; Kuzey İttifakı şemsiyesi altında toplanan Cemiyet-i İslami, Burhaneddin Rabbani, Ahmed Şah Mesud, Atta Muhammed Nur, İsmail Han ve General Abdurreşid Dostum’un güçleri. Bunların tamamının desteği Batılı işgalcilerden geliyordu.
Taliban; ne ABD ve NATO ile oluşan dış, ne Batılı işgalcilerle oluşan iç koalisyon güçlerini ve hükümetlerini tanımadığını her fırsatta ifade etmiştir. Yirmi yıllık süreç içerisinde bütün Afgan coğrafyasında İslâmi direnişi sağlamakla meşgul olmuş ve savaşını sürdürmüştür. Nihayet Ağustos 2021’de ülkenin tamamını kontrol altına almak üzere Kabil’e girme başarısını göstermiştir. Bu noktada Taliban’ın henüz bütün Afganistan’a hâkim olduğunu söylemek kolay değildir. Nitekim Penşir bölgesinde Ahmet Şah Mes’ud’un oğlu Ahmet Mes’ud Taliban’a karşı savaşacağını söylemiş ve modernizmi esas alan bir devlet kuracaklarını ilân etmiştir.
Hafızamızı Tazeleyelim
Washington ve New York’ta yaşanan terör saldırılarından (11 Eylül 2001) sonra dönemin ABD başkanı George W. Bush; ülkesinin süper güç imajını korumak için, masûm Afganistanlı Müslümanların üzerine bomba yağdırmaya başlamış ve ‘Sonsuz Özgürlük Harekatı’ adını verdiği ‘Haçlı Savaşını’ başlatmıştır. Aynı günlerde, bu savaşın 11 Eylül saldırısını sorumlusu Usame Bin Ladin’in öldürülmesi veya Afganistan’daki Taliban rejimi’nin yıkılmasıyla sona ermeyeceğini açıklamıştır. ABD’nin teröristlere yardım ettiğine inandığı bazı ülkeleri de ‘şer üçgeni/potansiyel düşman’ olarak ilan ettiği malûmdur. Siyaset ve strateji uzmanları, bu politik değişimin “Bush Doktrini” olarak nitelendirmişlerdir. Beyaz Saray’ın önde gelen danışmanlarından Karen Hughes “Bush yönetiminin bu doktrini zorla kabul ettireceğini” vurgulaması, değişik savaş senaryolarını gündeme getirmiştir. ABD Başkanı George W. Bush’un; bütün ülkelerin liderlerine “ya bizimle birlikte hareket edeceksiniz, ya teröristlerin safında yer alacaksınız “ şeklindeki dayatması, küresel hegemonya ihtirasının boyutlarını ortaya koymuştur. Misak Dergisi’nde bu siyasi gelişmeleri tahlil ederken, Taliban bahanesiyle İslâmi değerleri tahkir eden aydınların tavrını şu cümlelerle ifade etmiştik:. "Türkçe yayınlanan ABD gazetelerinde; İslâmcı aydınlara “Taliban rejimini, günde beş vakit reddedin!.. Amerika’nın başlattığı savaşı alkışlayın!..Aksi halde Kızılderililer gibi soyunuz tükenecek” teklifinde bulunan neo-liberaller, (yerli müsteşrikler) “Artık hiçbir şey 11 Eylül’den önceki gibi olmayacak” sloganını dillerinden düşürmemeye başlamışlardır. ABD ile Taliban arasında tercihe zorlanan Müslümanların; Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya kadar, bütün Müslüman toplumların tehdit altında olduğunu görmemeleri mümkün müdür?
ABD’nin başlattığı harekât; bir anti-terör savaşı değil, Anglo-Sakson dünya hegemonyasını güvence altına alma operasyonudur. Körfez savaşıyla Ortadoğu petrollerine el koyan ABD ve müttefiklerinin, Asya’da bulunan bütün enerji kaynaklarına gözlerini diktiklerini söylemek mümkündür. Doğu Timor’daki terörist grupları himaye eden ve bölgeyi Endonezya’dan koparan ABD’nin, terörle mücadele ettiği iddiası gülünçtür.’’(Misak Dergisi-Sayı:132- Ayın Konusu Sh3) Hafızamızı bu şekilde tazeledikten sonra, geçtiğimiz ay yaşanan hadiselere geçebiliriz.
Bütün dünya geçtiğimiz ay Kabil Havalimanı’nda yaşanan trajik görüntülere şahit oldu. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi üzerine Taliban’ın hızla ülkeyi kontrol altına alması cari uluslararası sistem açısından sonun başlangıcı gibidir. ABD’nin hızlı ve plansız çekilmesinin tetiklediği panik havası, hayatlardan endişe duyan insanların Afganistan’dan kaçmak için birbirlerini ezmelerinin bir değil, birden fazla sebebi vardır. Kabil Havaalanı’nda yaşanan kaosta ifadesini bulan korku son derece anlaşılabilir bir korkudur. Zira ABD ve NATO güçleri ile işbirliği yapan politikacılar ve bürokratlar birdenbire ayaklarının altındaki toprağın kaydığını fark etmişlerdir. Kimsenin geleceğinden emin olamadığı bir siyasi iklimde, elbette akla-hayale gelmeyecek hadiselerin yaşanması mümkündür. ABD başkanı Joe Biden yönetimi’nin, sebep olduğu bu görüntülerden dolayı eleştirilmesi ve iç kamuoyuna sunulan bahaneleri anlamak mümkündür. ABD Başkanı Biden’ın yaptığı açıklamada Afgan hükümeti ve Trump yönetiminin olağan şüpheliler arasında yerlerini aldıkları malûmdur.
ABD yönetimlerinin geçmişte çeşitli ülkelere “demokrasi götürme” veya ‘küresel terörle mücadele’ adına kirli bir savaşı başlattığı malûmdur. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: ABD’nin küresel bir güç olarak ortaya çıktığı 20. yüzyılın başından itibaren ABD başkanları, Amerikan güvenlik ve dış politika stratejisinin bir parçası olarak ülke toprakları dışındaki coğrafyalara farklı gerekçelerle askeri müdahalede bulunmayı tercih etmişlerdir. Bunlar arasında Afganistan; Vietnam, Guatemala, El Salvador, Panama, Küba, Nikaragua, Kongo, Kamboçya, Irak, Suriye ve sair birçok ülke isminin bulunduğunu unutmamak gerekir. Washington, ABD askeri kuvvetlerinin müdahil olduğu sınır ötesi harekâtları siyasi olarak başarılı kılmak için pek çok farklı doktrin ilan etmiştir. Bu doktrinlerin kimi büyük ve yıkıcı bir güç gösterisini, kimi yeni bir elit ve bürokrat sınıfının ortaya çıkartılması için rejim değişikliğini gündeme getirmiştir. Afganistan örneğini farklı kılan, sadece yaşanan acılar ve terk edilen müttefik/iş birlikçi kuvvetler değildir. ABD’nin 2001’de giriştiği operasyonun ve stratejilerinin amaç ve araçlarını adeta gözü kara bir tutumla inkâr etmesidir. Başkan Biden’a göre ABD’nin Afganistan’da ulus inşa etme gibi bir niyeti hiç olmamıştır. Bu yüzden ülkede süregelen savaşta eğer Afganlar savaşmayacaksa Amerikan askerinin burada savaşa devam etmesinin bir manası yoktur. Modern Afganistan’ın (!) inşasında görev alan bürokrat/teknokratların 20 yıldır anlatıp durduğu hikayeler, ABD’nin iki trilyon dolar harcamasına vesile olmuştur.
Afganistan’da yaşayan insanlar, bir tarafında ABD’nin oturduğu masadaki açık ve örtülü anlaşmalarda düşünülmediklerinin farkına varmışlardır. Kandırıldılar, terkedildiler ve nihayetinde başarısızlığın faturası da kendilerine kesildi. Tabii terk edilenler, fikri sorulmayanlar, danışılmayanlar kategorisine sadece Kabil hükümetini ve Afganları koymak doğru değildir. Bir zamanlar George W. Bush’un Afganistan’a yönelik terörle mücadele stratejisinde kendisine (ve dolayısıyla ABD’ye) destek istediği Batılı müttefikleri de ABD’nin sık sık başvurduğu “tek taraflı karar verme” pratiğinin tadına bakmışlardır. Bu tadı Avrupalıların beğenmediği bilinen bir gerçektir. Nitekim yakın geçmişte, Başkan Trump’ın NATO ve Avrupa Birliği (AB) müttefikleri hakkında neler düşündüğünü ifşa etmesi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözlerini söyletmiştir. ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında SSCB ile rekabet halinde iken Thor ve Jupiter füzelerini NATO müttefiklerinin topraklarından kaldırması ve bunu da müttefiklerine haber vermeden yapmış olması siyasi tarih kitaplarında yazılı bir gerçektir ve pek çok Avrupalı aktörü “stratejik özerkliğin” önemi konusunda düşündürmüştür. Biden yönetiminin son NATO Zirvesinde bu şüpheleri dağıtmak için özel çaba gösterdiği, bir aile fotoğrafı vermek istediği de malûmdur. Bu yüzden Trump mirasını temizlemek ve ABD’nin maliyetlerini aşağı çekmek için yapılan bu hızlı operasyonun yol açtığı güven bunalımı hem daha ciddi hem de daha ironiktir. Bu arada, ABD’nin Afganistan’ı terk etme planını açıklamasından sonra birçok Avrupalının da tıpkı Amerikalılar gibi hızla Afganistan’ı terk etme trenine atladığı görülmektedir. Avrupa değerleri, insan ve kadın hakları, işveren sorumluluğu gibi pek çok liberal ve küresel değerin savunuculuğunu yapan Batılı ülkelerin elçiliklerini en son mobilyaya kadar boşaltıp, Afgan çalışanlarına haber dahi vermedikleriyle ilgili iddiaları basında yer almıştır. Kısaca, stratejik planlamada ABD tarafından terk edilenler de sahada Taliban’ın önünde diz çökmektedirler. ABD’nin sorumsuz stratejilerinin bir Batı sorunu haline geldiği Trump döneminden bu yana bir arpa boyu ilerleyemedikleri görülmektedir. Tek kelimeyle uluslararası sistem iflâs etmiştir.
Yeni Soğuk Savaşın
Ayak Sesleri
ABD, Rusya ve Çin gibi üç büyük gücün jeopolitik rekabeti Doğu Akdeniz’de başlamış, Karadeniz ve Kafkasya’da ikinci cephe açılmıştı. ABD’nin çekilmesinin ardından üçüncü cephenin Orta Asya-Afganistan-Güney Asya hattında açılabileceğini beklemek kimseyi şaşırtmamalıdır. Batı bu mücadeleye, Afganistan’da hezimete uğramanın ve çekilmenin açtığı yaralarla (topallayarak) girecektir. Bu noktada bir inceliğe daha işaret etmekte fayda vardır. Avrupa maalesef Afganistan’ı hâlâ bir terör ve mülteci üreten yer olarak görmeyi ve algıyı siyasetlerinin merkezinde tutmayı tercih etmektedir. ABD ve AB sadece maliyet (terör, göç ve başarısız ulus inşa süreçlerinin maliyeti) üzerinden hesap yapmaya ve Afganistan’da başarısız Batı stratejilerinin maliyetini görmezden gelmeye devam ettikçe bölgeye istikrar getirecek bir politika geliştirebilmesi mümkün değildir. Afganistan’da çoktan baş göstermiş olan ve yakında hızlanacak jeopolitik mücadele içinde vuku bulan bu ikinci Taliban döneminde vekil-asil ilişkisinin aktörleri değişse bile değişmeyecek tek şey bu rekabetten yine uluslar arası sistemin zarar göreceğidir. Dünyanın başka köşelerinde hâlihazırda ABD için vekâleten iş gören devlet ve devlet dışı bütün aktörlerin Afganistan’da son günlerde yaşanan trajediden ders çıkarmalarında fayda vardır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Dünyayı kendi yönettiği bir süpermarket haline getirmeye gayret eden ABD; başta Birleşmiş Milletler Teşkilatı olmak üzere, NATO, İMF ve Dünya Bankası gibi kuruşları iflasa sürüklemiştir. Afganistan’da yaşadığı askeri ve siyasi hezimet bunun en güzel delilidir.