Modern Devlet / Bir Deifikasyon Öyküsü
Aydınlanma felsefesinin ön plâna çıkmasından sonra yaşanan siyasi değişimler günümüz dünyasını inşa etmede önemli rol oynamıştır. Aydınlanma ile birlikte yavaş yavaş modern devletin temel parametreleri belirginleşmeye başlamıştır. Pratik olarak modern devletin görünüşü ise önce 1648 Westfalya Antlaşması, daha sonra 1776 Amerika Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile profan vatandaş anlayışına göre tanzim edilmiştir. Modern devletlerin oldukça güçlü bürokrasilere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Sosyal kuramlar için modern devleti görünür kılan bu işlevsel aygıtların yani bürokrasinin toplum yaşamına nüfuz etmeye yönelik gücü, başta Max Weber olmak üzere birçok düşünür tarafından ele alınmıştır. Bu gücün sınırlandırılmasına yönelik siyasi kararlar tarihi süreç içerisinde geliştirilmiştir. Modern devletlerin neredeyse mutlak güç istencinin toplumsal yansımaları bu gücü sınırlandırmaya yönelik düşünsel çabaların da artmasına yol açmıştır. Gücün kaynağı, gücün keyfi olarak kullanılması ve gücün nasıl paylaşılacağı sorununa önemli kuram/kuramlar üzerinden cevap verilmeye çalışılmıştır.
Mehmed Zahid AYDAR
20.11.2021 11:00
2.959 okunma
 
Kitabın Adı: Modern Devlet /
Bir Deifikasyon Öyküsü
Yazarı: Abdullah Erol
Basım Yeri ve Tarihi: İst 2020
Yayınevi: Endülüs Yayınları
Sayfası: 231
Kapak Türü: Karton
Aydınlanma dönemi ve sonrası siyasi değişimler günümüz dünyasını inşa etmede önemli bir etkiye sahiptir. Aydınlanma ile birlikte yavaş yavaş Modern devletin temel parametreleri düşünsel havzada belirginleşmeye başlamış. Pratik olarak modern devletin görünüşü ise ilkin 1648 Westfalya Antlaşması ve sonraları 1776 Amerika Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile ulus şeklinde teşekkül etmiştir.
Modern devletlerin oldukça güçlü bürokrasilere sahip olduğu tarihsel verilerden izlenebilir. Sosyal kuramlar için modern devleti görünür kılan bu işlevsel aygıtların yani bürokrasinin toplum yaşamına nüfuz etmeye yönelik gücü Max Weber olmak üzere birçok düşünür tarafından ele alındı. Bu gücün sınırlandırılmasına yönelik çeşitli kavramlar tarihi süreç içerisinde geliştirildi. Geliştirilen bu kavramlardan en dikkat çekicileri; demokrasi, sivil toplum, kuvvetler ayrımı ve anayasal devlettir.
Bu bakımdan modern devletin devasa gücünü kontrol etmeye çalışan demokrasi, sivil toplum kuramı/kuramları özellikle bu çalışmada ele alınan belirgin konulardan oldu. Ayrca Modern devletin devasa gücünün en görünür hali olan totaliterlik durumu ile Modern devletin önemli bir aygıtı olan bürokrasi daha çok tartışmalarda öncelendi.
Çalışma, modern devletin temel ilişkiler ağında kesiştiği kavramlar üzerinden eleştiri geliştirmeye çalışırken modern devletin inşasında etkili olmuş düşünür ekol ve ideolojilerin dar bir kesiti içinde kalma imkansızlığını da dikkate alarak bir giriş bir deneme niteliğinde sınırlı bir girişimdir.
Modern Devletin Ürkütücü Gücü
Modern Devlete Doğru
Modern devletin ortaya çıkışı belirli zihinsel ve yapısal değişimler sonucunda olmuştur. Değişimler yüzyıllar sürmüş, statik olmayan bir performans içinde yol almıştır. Modern devlet modeli öncesi deneyimlenmiş bütün devletlerin ele alınması bu çalışmanın konusu dışındadır. Ancak klasik devlet ya da Modern öncesi devlet olarak tasvir edilen bu devletlerin birbirinden farklı pratikler geliştirdikleri bilinmektedir. Klasik devletlerin önemli özellikleri çoğunlukla spontane olmalarıdır. Modern devletler gibi sistematik, önceden tasarlanmış olmamaları ve modern devletlerin dört temel unsuru olan egemenlik, ülke, merkeziyetçilik ve ulus parametrelerini taşımamaları klasik devletlerin temel özellikleri içinde sayılabilir.
Teokratik Devletten Ölümlü Tanrı Devlete
Teokratik devlet ve Tanrı devleti kavramlarının ilk bakışta aynı şeye müteallik olduğu düşünülebilir. Bununla beraber bu kavramlar birbirinden farklı anlamlar içermektedir.
Aziz Augustinus, Batı Roma’nın yıkılmasına denk gelen bir dönemde yaşamış bir Hıristiyan düşünürdür. Siyaset üzerine geliştirdiği öğretisinde iki dünya krallığından bahseder. İngilizceye ‘Tanrı Devleti’ olarak çevrilen meşhur eseri ‘De Civitate Dei’ da ‘Gökyüzü ve Yeryüzü Krallığı’diye bir tasnif yapar. Daha çok Platon’un ‘Mağara’ alegorisinde yer alanİdealar ve formlar’metaforuna benzer bir anlatımla hakiki, adil krallığın gökyüzü krallığı olduğunu açıklar. Bu aynı zamanda ‘Tanrı Devleti’dir.
Tanrı Devleti kavramı daha önce Antik Yunan ve Roma’da kullanılmış olmakla beraber; ‘Tanrı devlet’ kitabı sistematik olarak ifade eden nadir çalışmalardandır. Aziz Augustinus bu kitapta ifade ettiği ‘Tanrı devleti’ gökyüzü krallığına ait bir yönetime karşılık gelmekteydi. Zaten bu krallık yeryüzünde olmayan bir krallıktı. Yeryüzündeki krallıklar bu krallığa öykünerek oluşturdukları hükümetlerde ancak melez özellikteydi; hiçbir şekilde Tanrı krallığı değildi. Aziz Augustinus’un geliştirdiği bu siyasi kuram birkaç yüz yıl sonra Batı’da teokratik devlet modellerinin yapılanmalarında öncülük etmiştir. Bu siyasi kuram üzerinden gelişen teokratik devlet anlayışı ‘Papa’nın simgelediği ruhban kesiminin imparator, kral ve prensler üzerindeki üstünlüğünün bir şekilde pratik olarak görünürlüğünün ifadesiydi’.
Dolayısıyla ‘Tanrı Devlet’ tam olarak da gökyüzü krallığı iken teokrasi ise gökyüzü krallığına itaat eden yeryüzü krallığının hibrid bir görünümüydü.
Gökyüzünde olan 'Tanrı Devleti’nin yeryüzüne bizzat modern devletin tüzel kişiliğinde indiği düşünülmektedir. Bu ‘ölümlü Tanrı’ modern devletlerin etkililiğinde, görünürlüğünde, terbiye ediciliğinde, ‘erek’ belirleyiciliğinde, statü atacılığında, dağıtıcılığında ve yaşamın en ayrıntılı kıvrımlarında (her yerde) vardır.
Aziz Augustinus Batı Roma imparatorluğunun yıkılışı sonrası Hıristiyan cemaati için kurguladığı siyaset öğretisi Aguinum’lu Thomasa kadar Katolik Kilisesinin resmi öğretisi olarak kabul edilmiştir. Bu öğretinin tesiriyle uzun dönem krallar ve prensler meşruiyetlerini ruhani liderlerin önünde taç giyerek doğrulamışlardır.
Orta Çağ siyaset anlayışında devlet ontolojisi ve meşruiyeti, Hıristyanlığın epistemik temelleri üzerinde gelişmiş ve iktidarı da bu anlamda Tanrısal alandan seküler alana taşımıştır. İktidar, Tanrı’dan üstün değil, Tanrı ile birlikte yürüyen bir statüye kavuşturulmuştur.
Bu dönem Orta Çağ Hıristiyan düşüncesi Kopernik, Brahe, Kepler, Galileo, Descartes, Newton gibi bilim adamlarının yeni epistemik arayışları ile önemli bir şekilde sarsıntı yaşamıştır. Bu aynı zamanda siyasal anlamda da Vatikan Kilisesi’nin Tanrısal gücü temsil ettiği yönündeki argümanın geçerliliği hakkında bir şüphe ve tartışma da doğurmuştur.
Modern devletin tesisine giden yolda önemli köşe taşları olan bu düşünceler, Hegel’in modern devletin tanrısal yanını, ‘yeryüzünde varolduğu biçimiyle, ide’ olarak tasviri ‘Tanrının yeryüzündeki yürüyüşü’ olarak belirir. Hegel’e göre artık Modern devlet Tanrı'nın buyruğuna uygun, ‘mutlak geiste’, kemale ermiş bir devlet modelidir. Tanrı’nın irade beyanı artık kilise üzerinden değil Aydınlanmacı akıl üzerinden gerçekleşmektedir. Bu beyan aynı zamanda klasik önemli bir güç temerküzüne de yol açmaktadır. Bütün sosyal yaşam bir güç aurası etkisindedir. Giddens’ın ifade ettiği gibi, artık bütün sosyal sistemler güç sistemleri olarak var olmaktaydılar. Örneğin bu güç sistemlerini, sembolize eden zorunlu eğitimin yürütüldüğü okullarda olduğu gibi, belli başlı kurallar ve kanunlar aracılığıyla bütün bireylerin yaşamsal ve düşünsel kodları belli bir hegemonik epistemoloji tarafından kontrol ya da denetim altına alınır.
Bu bağlamda modern devletlerin yaşamın bütün katmanlarına müdahale ederek bir ağ ördüğünü söylemek mümkündür. Bu ağı, Max Weber ironi bir yaklaşımla ‘demir kafes’e benzetmiştir. Modern devletin, bürokrasi aygıtı ile kurallar üzerinden köle bireyler oluşturması, Tanrı devlet formunun önemli bir yansımasıdır.
Teokratik devlet genel olarak ruhban sınıfının veya tanrısal bir yönetişimin öngörüleri üzerine eklemlenmiş bir devletsel aygıt anlayışını geliştirirken modern devlet, Hıristiyanlığın Tanrı telakkisi dışına çıkarak Tanrıyı gökyüzünden yeryüzüne indirmiştir. Hegel’in tabiri ile ‘ihtişamlı’ yürüyüşü ile Tanrı, Modern devletin vücudunda can bulmuştur. Artık kilise gibi bir aracıya ihtiyaç duymadan kendisine ‘vatandaş/yurttaş’ topluluklar ya da ‘hayali cemaatler’kurması mümkün hale gelmiştir.
Modern devletin bu tanrısal görünümü, her yere nüfuz becerisi, Foucault’nun kavramlaştırdığı ‘panoptikon’ modelini hatırlatır. Modern devletin kontrol edici, muhasara edici gücünün bir işlevi olarak düşünülen bu hapishane modeli görevlilerinin bütün tutukluları kolayca gözetlemesi amacı ile düşünüldü. Bütün anlamına gelen ‘Pan’ kelimesi ile gözetleme anlamına gelen ‘opticon’ kelimesinin birleşmiş bir türevi olan panoptikon bir hapishane modeli olarak ortaya çıktı. Bu hapishane modelinde mahkûm hücreleri ortada yapılan kule tarafından gözetlenebiliyordu. Kuledeki görevlinin mahkûmları gözetlemesine rağmen mahkûmların gözetleyeni görememeleri hapishaneye ‘mistik’ bir gizem katıyordu. Herkesi görebilen ve her an izleyebilen fakat görünemeyen bir güç; Foucault tam olarak da modern devletin ‘tanrısal’, ‘devasa’ etkililiğini bu ilişkiler ağında görüyordu.
Tanrı devlet, artık bürokratik aygıtı ile her yerdedir. Orta Çağ Hıristiyan dünyasında belirgin şekilde görülen ruhban sınıfın yönetimi ya da tanrısal olana göre toplumun dizayn edilişi artık bir aracıya ya da elçiye gerek olmadan semavi bir bağlantısallık oluşturulmadan devletin kendisi tarafından yapılan dünyasal bir iş olarak görülmeye başlanmıştır. Teokratik devletlere göre modern devletlerin daha fazla güç temerküz etmesi ve yaşamın her alanına müdahale etmesi; devletin bir tanrısal temsilci aracılığı ile değil Tanrının bizatihi kendisi tarafından yönetilmesi ile ilişkili olduğunu söylemek mümkündür.
Modern devletlerin neredeyse mutlak güç istencinin toplumsal yansımaları bu gücü sınırlandırmaya yönelik düşünsel çabaların da artmasına yol açmıştır.
Gücün kaynağı, gücün keyfi olarak kullanılması ve gücün nasıl paylaşılacağı sorununa önemli kuram/kuramlar üzerinden cevap verilmeye çalışılmıştır. Bunlardan biri Antik Yunan düşünsel havzasından esinlenerek ortaya konulan sivil toplum kavramıdır. Bu kavramın işlerliği ve içeriği hakkında önemli tartışmalar geliştirilmiştir. İkincisi anayasal devlettir. Üçüncüsü ise yine Antik Yunan deneyimli demokrasi kavramı, dördüncüsü ise güçler ayrışımıdır.
Modern devletin gücünü sınırlamaya yönelik bu yaklaşımlar yanında bürokrasi gibi modern devletin gücünün işlerliğini artırıcı aygıtların da varlığından söz etmek mümkündür.
Modern Devletin ‘Eli’ Olarak: Bürokrasi
Etimolojik Bir Tahlil
Bürokrasi etimolojik olarak Grekçe'den devşirilmiş ‘büro’ (Bureau) ve ‘krasi’ (crasy) kelimelerinin birleştirilmesinden meydana gelmiştir. ‘Büro’, kelime olarak masa ya da memurların çalışma odası, ‘krasi’ de yönetim anlamında kullanılmıştır. İki kelime birlikte kısacası büronun yönetimi olarak kullanılmaktadır.
Kavram olarak da modern devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber kullanılan bürokrasi ilk kez Vincent de Gourmay tarafından kullanıldı. Gourmay bürokrasi kavramı ile Fransız Devrimi'nden kısa bir süre önce mevcut olan hükümeti kastetmişti. Bu şekilde önce Fransız Devrim’inde kullanılan bürokrasi daha sonraları modern devlet modelinin bir özelliği olan ulus anlayışının çoğalması, teknolojinin yaygınlaşması ile birlikte güçlenerek büyüdü.
Kavram bazen sıradan insanların devlete ulaşmasındaki sıkıntıyı ve meşakkati ifade etmek için negatif anlam yüklenerek ‘kırtasiyecilik’ olarak ifade edilmektedir. Bununla beraber, bürokrasi kavramı daha çok modern dönemde, modern devletin yönetimi altında bulunan karmaşık ilişkiler ağını ifade etmek için kullanılmaktadır.
Bu ağı, Max Weber ‘demir kafes’ benzetmesinde ironi bir yaklaşımın yer aldığını tekrar vurgulamak gerekir.
Geniş anlamda bürokrasiyi her ne kadar klasik devletlerin analizinde kullanmak mümkünse de dar ve derin manada bürokrasi ideolojilerin şekillendirdiği modern devletlerde bütün toplumu gözetleyen, kayıt altına alan ve dönüşmesinde itekleyici olan bir işlev yüklendi. S.40
Modern zamanlarda bürokrasi, devletin ya da bir teşkilatın icrasına yönelik insan ve diğer kaynakların sadece ast-üst ilişkisini gösteren bir ağ içinde bulunmasını ifade etmekten çok, belli ideolojilerin dinlerin/sistemlerin hiyerarşik bir ast-üst ilişkisi içinde insana dair bütün ilişkileri ‘terbiye’ etmeye yönelik bir aygıtı olarak kurumsallaştı. Klasik toplumlarda, çoğu zaman ‘yatay’ ast-üst ilişkisini açıklamak ya da analiz etmek için kullanılmakta olan bürokrasi kavramı; modern dönemlerden farklı olarak sadece ‘dikey’ bir ast-üst, hiyerarşik ilişkiyi çözümlemede kullanıldı.
Bürokrasi & Siyaset İlişkisi
Bilinen ilk klasik devletlerden günümüze siyasi erkin toplumu yönetmesi için bir yönetim ağı kullandığı ve bu ağ içinde de bir ast-üst ilişkisinin varlığı bilinen bir durumdur. Yazılı tarihin ilk bilinen devleti Sümerlere ait bilgilere bakıldığında; devlet yapısının yönetiminde ast-üst ilişkisinin varlığı gözlenebilir. Aydınlanma dönemi sonrası ortaya çıkan modern devlet ile beraber bir yönetim ağı olarak bürokrasi konuşulmaya başlandı. Ortaya konulan bu yeni yönetim ağı, daha önceki bütün devlet deneyimlerinden farklı bir kurumsallaşma gerçekleştirdi. Bu kurumsal yapı, modern devletle eş zamanda beliren ideolojilerin toplumu denetim altına almasında ve özellikle ‘terbiye’ etmesinde önemli bir aktör olarak pratik kazandı. Bürokrasi, klasik yönetim ağlarından farklı olarak resmi ideolojilerin öngörüleri doğrultusunda totalleştirici bir toplum kurgusu üzerinden işledi. Dolayısıyla klasik toplumlarda birden fazla kültürün sorunlarını devlet ile ilişkilendirirken; modern yönetim ağı olan bürokrasi ile ayrıca yukarıdan aşağı bir homojenleştirici emirler zincirini topluma uygulatma gibi yeni bir sistemli yönetim ağı ilişkilendirilmesi oluştu. Böylece, modern bürokratik örgütlenme temelinde, örgütün hedeflerini birbirine bağlayan rasyonellik ve kişiliksizleştirme/kurumsallaştırma perspektifi üzerine gelişti.
Modern devlet ile siyaset bir ‘adalet’ dağıtma yeri olmaktan çıktı. Daha çok ‘iktidar üzerine uzlaşma, çatışma’, ‘pastayı paylaşma’ gibi tamamen güç ile ilişkilendiren bir işlev kazanmaya başladı. Siyasetin iktidar üzerinden betimlenmesi ‘adaleti’ değil iktidarın muktedirliğini hissettirdi. Böylece iktidarın ontolojisi aynı zamanda mukni ve terbiye edici olarak bütün yaşam alanlarında var olması ile mümkün görünüyordu. Bunun içinde bu yeni devlet modeline uygun yeni bir yönetim ağına ihtiyaç duyuldu. Bu yeni yönetim ağı da bürokrasiydi. Bürokrasi, rejimin katı ya da esnek olmasına göre siyasi gücün toplumda hissedilmesi için bir ‘organon’(araç) görevi yaptı. Özellikle tekçi eğitim üzerinden homojenleştirici bir politika bürokrasinin etkili çarkları içinde gerçekleştirildi. Bütün ideolojiler kendi politikalarını özellikle eğitim üzerinden yaygınlaştırmaya çalıştılar. Bu politikalar, ideolojik devletin bir aygıtı olan bürokrasi vasıtasıyla uygulandı.
Siyasi iktidarların (açık ya da gizli totaliter olması) özelliğine göre bürokratik yapı güç kazanır ya da kaybeder. Genellikle totaliter sistemlerde bürokratik yapılar önemli bir etkiye sahiptir. Modernleşme ile beraber çıkan ve devletlerin şekillenmesinde etkili olan ideolojiler, bürokrasi üzerinden hareket ettiler. Her ideoloji kendi bürokrasisini inşa etti. Böylece her ideolojik devlet, klasik devletlerdeki gibi, sadece halk ile ilişkilerinde rutin bir ast-üst yoluyla iş ve işlemleri yapmayı düşünmedi. Modern devletler daha çok ideolojik birer aygıt olarak işlev yapan statükocu ve buyurgan bir yapıyı muamelatta oluşturmak için bürokrasiyi keşfetti. Böylece, bürokratlar da siyasetçilerin karar almaları için ihtiyaç duydukları bilgileri denetleme işlevi yüklenmiş bir aygıt olarak belirdi.’ Ayrıca bu aygıt itibar sahibi imtiyazlı bir sosyal tabaka olarak da inşa edildi.
Akademik çalışmalar da seçilmişlerin bürokratik aktörleri ne ölçüde kontrol altında tuttukları tartışmalıdır. Çünkü bürokrasiye rağmen seçilmiş siyasi erkin iş yaptırabilmesi ile ilgili sıkıntılar yaşadığı çokça dillendirilmektedir. Bununla beraber bürokrasinin kendisinde gördüğü meşru güç; resmi ideolojiye yakınlığına bağlıdır. Seçilmişlerin ya da bürokratların güçlü hareketler sergilemesi tamamen devletin kurgulandığı ideolojiye yakınlık ve uzaklık ile ilgili bir durumdur.
Olgu Olarak Bürokrasi
Bürokrasi bir olgu olarak, modern zamanlarda teknolojinin yaygınlaşması ve denetleme aracı olarak kullanılması ile daha da belirginleşti. Jeremy Benthamen’nın ‘panoptikon’ olarak ifade ederek kurguladığı hapishane; aslında modern devletin hiyerarşik yaklaşımının vücut bulmuş bürokrasisine iyi bir örnektir. Bu bürokratik tahayyül, daha sonraları postmodern bir yaklaşımla Michel Foucaultun Hapishanenin Doğuşu adlı çalışmasında tekrar gündeme taşındı. Söz konusu eserde, panoptikon bir tahayyül içeren modern devlet modelinin iktidar ile toplum arasındaki ilişkiler üzerinden, iktidarın bireyi nasıl bir bürokratik sarmalla kontrol ettiği ele alındı. Daha sonraları Zygmun Bauman da benzer bir eleştiri yapıyordu. Bauman’a göre modern bürokrasi ‘bir sürü ahlaklı kişiyi en olmadık, hem de ahlaksızca bir sonucun peşinden giderken koordine edebilme’ yeteneğine sahiptir. Yine Bauman modern bürokrasinin çok planlı rastlantı içermeyen bağlantılar oluşturarak özel yaşam alanını oldukça daralttığı ya da yaşam alanı bırakmadığı iddiasını ileri sürer.
Bu devlet anlayışı, ‘Tanrı’ kadar imtiyazlara sahip devasa aygıtın; ‘kulu’ olan fertlere kendisinin her yerde olduğunu, bunu ‘yakinen’ bilmelerini hatırlatan esaslar üzerinden teşkilatlanmıştır.
Modern devletlerin inşası ideolojik arayışlar üzerine olmuştur. Günümüzde modern devlet modelinin en belirgin deseni liberalizmdir. Bu model dışında sosyalist ve arada birçok desene rastlamak mümkündür.
Özellikle militarist desenli ideolojilerde bürokrasi tam bir tanrılar panteonuna dönüşür. Hem emredici bir görev hem de kayıtsız şartsız bir itaat teolojik bir şekil içinde belirir. Hem emreden hem de itaat eden bu hiyerarşik ilişki ağı yoğunluğu, katılığı arttıkça tanrısal ilişkiler ağına döner. Bu durum da hem siyaset hem de bürokrasi içinde yer alan aktörlerin davranışlarında önemli bir değişim gözlenir. Hem siyaset hem de bürokrasi içinde yer alan kişilerin önemli ölçüde patolojik davranış geliştirdikleri söylenebilir. Bu durum da hiyerarşik skalada yer alan kişiler için kaçınılmaz birçok karakteristik değişime, gelişime yol açar. S.37-63
Modern Devlet ve Totaliterizm
Kavram olarak Totariterlik
Modern devletlerin öncelikle ‘Batı’da yaygınlaşması ile birlikte ortaya çıkan sıkıntılara karşın birçok düşünür eleştiri geliştirmiştir. Bu anlamda modernliğin getirdiği epistemolojik, ontolojik, yapısal birçok problem yeniden ele alınmış ve tenkit edilmiştir. Bu açıdan modernleşmeye getirilen en büyük eleştiri yine ‘Batı’nın kendi içinden Postmodern düşünürlerden gelmiştir. Postmodernler, modern devlete yönelik geliştirdikleri eleştirileri ‘homojenleştiren’ eğitim, tekçi bilim gibi parametrelere dayandırmıştır. Bu bağlamda Postmodernite, modernlik sonrası oluşmuş totaliter denebilecek sistemlere karşı geliştirildiği diyalektiği ile farklıların kendisini ifade etmesine imkân oluşturmadığı, hem açık hem de gizli totaliter sistem deneyimlerinden yola çıkarak çeşitli platformlarda dile getirilmiştir. Postmodernitenin ‘çokluğun kendini ifade etmesine olanak sağlayan’ azınlık söylemi aynı zamanda modernitenin geliştirdiği tekleştirici epistemolojiye karşı sorgulayıcı çabalar üretmiştir.
Benzeşik Kılma ve Çoğulculuğun ortadan kalkması
Totaliter sistemlerin en belirgin tutumlarından biri olan ‘benzeşik kılma’ talebi aslında tam da modern devletin temel isteğine paralel düşmektedir. Çünkü modern devletin içini doldurmaya çalışan hem modernleşme kuramları hem de Marksist kuramlar önemli ölçüde evrim, devrim gibi farklı yöntemlerle benzeşik toplumlar düşlemişlerdir. Modern devlet konseptinin belirmesiyle beraber daha orantısız ve sistematik biçimde devletler, vatandaşları ortak standartlara ve kültürel kalıplara uymaya zorladı. Aydınlanmanın getirdiği sosyal kuramlar, etnik ve politik sınırlar arasında uyumlu, kontrol edilebilir, homojen insan toplulukları oluşturma talebine dayanır. Bu istek, çoğunlukla baskın seçkinlerin ya da ideolojilerin kültürel tercihlerini toplumun geri kalanına dayatma ve toplumu yukarıdan aşağıya inşa etme düşüncesine bağlıdır. Bu süreç sadece açık totaliter sistemlerde olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil aynı zamanda gizli totaliter sistemlerde olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru da olabilmekteydi.
Rıza üretimi; İkna
İkna, korku, zor, şiddet gibi yöntemler üzerinden modern devletlerin topluma yönelik değişim, dönüşüm mühendislikleri; etkililik ve görünürlülük açısından pikseli yoğun (faşist ve komünist sistemlerde) ya da seyrek (liberal sistemlerde) olabilmektedir.
Gramsci ve Althusser toplumların değişimini güçlü bir sistemin, örneğin kapitalizmin, çeşitli aygıtlar üzerinden rıza üretme yoluyla gerçekleştirebileceğine inanıyordu. Gramsci, politik toplumun zor, sivil toplumun ise rıza üzerinden sistemin meşruiyetini sağladığını ve kilisenin bir sivil toplum olarak devlet ile toplum arasında rızaya dayalı meşruiyet geliştirdiğini ileri sürer. Böylece sivil toplumun hegemonik bir alan geliştirdiğine inanan Gramsci hegemonya kavramına iktidarın zora dayalı tahakkümü yanında, rızaya dayalı olarak da egemenliği elde etmesi anlamını veriyordu.
Korku aynı zamanda insanın kendisini koruması için tedbir almasına, çaba sarf etmesine de zorlar. Özellikle açık ve gizli totaliter sistemlerin varlıklarını sürdürülebilmeleri için temel araçlarından biri insanların münferit (liberal sistemlerde olduğu gibi) veya toplumların ise kolektif (sosyalist sistemlerde olduğu gibi) olarak paylaştıkları zaaf ve beklentileri de içermektedir. Münferit veya kolektif zaaflar kişinin veya toplumun zayıf düşeceği korkusu üzerinde belirdiği hususlarla ilgili olabilir. Korku, duygusal yoğunluğun çeşitli faktörler üzerinden artırılması ile gerçekleşir. Bazen fiili bir durum bazen de ‘muhtemel’ bir durum korkuyu tetikleyebilir. Totaliter sistemler bu korkuyu oluşturmak için yakın veya uzak olabilecek bir beklenti ya da endişe dillendirir. Komşu ülkenin topraklarını istila etme korkusundan tutun, emeğinin çalınacağı korkusu, bireysel haklarının elinden alınacağı korkusu, modern devletlerin en popüler söylemleri arasında yer alır.
Totaliter sistemlerin oluşturduğu bu korku dizini çeşitli politikalara dayanır. Bu durum ‘korku politikası’ kavramı ile ifade edilebilir. Korku politikası, liderlerin, öncülerin, iktidarı elinde bulunduranların çeşitli aparatlar üzerinden her türlü nefreti, itici ve motive edici faktörler üzerinden yaygınlaştırmalarıdır. Geliştirilen politikaların ülke insanlarının refahı için olduğu, ülke refahının tehditlerle karşı karşıya olduğuna yönelik politikalar güçlü bir duygusal tepkinin doğmasına yol açabilir. Örneğin George W Bush yönetimi 11 Eylül 2001’deki olaylardan sonra yasadışı olarak Irak’a girdi, sivil özgürlükleri askıya aldı ve Kongre gözetiminden kaçınmak için ‘tehditlerle karşı karşıya’ olduğu taktiğini kullandı. Bu taktik, Barack Obama yönetimi tarafından da sürdürüldü ve günümüzde de kullanılan önemli bir stratejidir. Korkunun politik bir araç olarak kullanılması modern bir fenomen olmamakla beraber klasik dönemlerden çok fazla modern devletlerin ayrılmaz karakteristik bir unsuru olarak görünmektedir. Dolayısıyla modern devletler ‘askeri' yenilgiyle devrilen ve en önemlisi kısa bir süre sonra ortadan kaybolan, birkaç iz bırakan klasik totaliter rejimlerden farklı totaliter özellikler taşımaktadır. Özellikle gizli totaliter sistemlerde kullanılan korkunun bir politika aracı olarak kullanılması, klasik totaliter devletlerden farklılık göstermektedir. Klasik ya da açık totaliter devletlerde korku mücessem bir formda iken gizli totaliter devletlerde korku ‘muhtemel’ olan kaygılar üzerinden psikolojik bir formda görünmektedir. Dolayısıyla korku, açık ya da gizli totaliter sistemlerin önemli ölçüde toplumları kontrol altına almak için kullandıkları bir aparattır.
Gizli Totaliterlik Olarak Modernleşme Kuramları
Totaliterlik düşüncesi, yönetim biçimi ve devlet sistemi insan-toplum-devlet ilişkisi, belirleyicilik, hegemonya, diktatörlük, otorite kavramları açısından çeşitli şekillerde analize tabi tutulduğu ve totaliterliğin muhtevası açısından farklı yaklaşımların olduğu bilinmektedir. Totaliterlik kavramı, ‘bireysel özgürlüğe izin vermeyen ve bireysel yaşamın tüm yönlerini devletin otoritesine tabi kılmayı amaçlayan bir hükümet şekli’ olarak görülmektedir.
Her türlü totaliter sistemde toplumda ortak bir algı oluşturmaya yönelik; eşyayı anlamada, eşyayı konulması gereken yer ve ilişki açısından geliştirilmiş bir yöntemi vardır. Bu yöntemin uygulanmasında formel ya da informel eğitimden tutun her türlü disipline edilmişlik öğretici faaliyetler içinde yer alabilir. Bu çerçevede öğrenmenin hangi yöntemle olacağı aynı zamanda önemli bir epistemolojik tartışmaları içermektedir.
Totariterlik ile ilgili bütün bu meta belirleyiciler dışında kalarak aslında modern devletin nüve olarak (hangi ideoloji ile entegrasyon yaşamışsa yaşasın) totaliter olduğu söylenebilir. Daha önce modern devlet ile ilgili yapılan değerlendirmelere bakılırsa modern devletin totaliterliği ortaya konulan argümanlar üzerinden desteğe sahip olduğu düşünülebilir.
Totaliter sistemlerde ‘inanç’ siyasi egemen dinin belirttiği sınırlar içinde hareket etmektedir. Baskın, egemen olan siyasi din diğer ‘inanç’ sistemlerinin sınırlarını belirlediği gibi onları terbiye etmeye de çalışır. Bugün modern devletlerin en belirgin özelliklerinden bir tanesi de egemen bir ‘din’ -bu ideoloji de olabilir- farklı inanç sistemlerini denetim altına alıp sınırlandırabilir. Bu nedenle farklılıkların var olması ve de varlığını devam ettirmesi önemli ölçüde devamlılık açısından uzun soluklu olmayabilir. Günümüz toplumlarında politik sistemler egemen din ya da ideoloji üzerinden şekillenmektedir. S.65-121
Modern Devlet ve Sivil Toplum
Modern devletin sağlıklı bir işleyiş gerçekleştirmesi ve yine modern devletin ‘devasa’ gücünün zedeleyici olmaması için önemli ölçüde ‘sosyal sözleşme’ ile kabul edilen siyasal bütünleşmenin temsilcisi olan ‘genel iradenin’ mutlaklaşmaması gerekmekteydi. Bu bağlamda, sivil toplum modern devletin gücü korunurken aynı zamanda iradesini devretmiş olan toplumun da ezilmemesi için aranan önemli bir formül olarak görünmekteydi.
Sivil toplumun formülleştirilmiş bu ‘kurtarıcı’ özelliği modern felsefede pratik olarak kapitalizm ve teorik olarak da liberalizmin belirginleşmesi ile birlikte zirve etti. Aydınlanmanın önemli düşünürleri tarafından siyasal bir toplum olarak anlaşılan sivil toplum kavramı daha sonraları devletten ayrı sosyal bir aktivite olarak ifade edildi.
Bu çerçevede ortak bir sivil toplum kavramından bahsedememekle beraber sivil toplum modern devletle beraber daha sistematik bir dokunuşla muteber bir siyaset kavramı olmuştur. ‘Dokunuş’ diyoruz çünkü sivil toplum kavramının sosyal düşünce içinde yer alması hem Antik Yunan külliyatının yeniden -bazen zoraki- okumalara tabi tutulmasına yol açtı hem de kavram popüler, kutsanmış bir formla yeniden gündeme geldi. Deifikasyona uğramış olan bu kavramın sosyalist, liberal, feminist, anarşist gibi yaklaşımlar üzerinden farklı okumalarla önemli bir ivme kazanması en çok ١٩٩٠'lı yılların sonunda vuku buldu.
Sivil Toplum Tartışmaları
Sivil toplum kavramı, klasik kullanımda devlet ile eşit anlamda kullanılmıştır. Antik Yunan ve Antik Roma düşünürlerinde bu içeriği yakalamak mümkündür. Sivil toplumun modern zamanlarda tam olarak teşekkülü 18. yüzyılın İskoç ve Kıta Aydınlanmasına dayanır. Rousseau, Paine, Hegel, Marx, Gramsci, Althusser gibi bir dizi siyaset teorisyeni, sivil toplum kavramını, çeşitli açılardan incelemişlerdir. Kimisi, vatandaşların kendi çıkarları ve isteklerine göre ilişkilendirdikleri bir alan olarak görürken, kimisi bir hegemonya aracı olarak tarif etmiştir. Genel olarak bu düşünürlerin çoğu sivil toplumu devletten ayrı bununla beraber devlete paralel bir alan olarak geliştiğini dile getirmişlerdir.
Sivil toplum kavramı Aydınlanma dönemi sonrası belirginleşen modern devletin toplum ilişkilerinde ‘kurtarıcı’, ‘düzenleyici’ ve ‘meşruiyet’ oluşturucu bir anahtar olarak görülmüştür. Sivil toplum kavramı daha sonraları daha belirgin şekilde devlete/siyasala ait hiçbir yerde mekânda bulunmayan ama aynı zamanda siyasanın gücünün toplum üzerindeki ‘baskısını’ frenleyen bir mefhum, bir güç olarak nam kazanmıştır.
Sivil toplum fikrinin siyasal düşünce geleneği ve tarihsel deneyimlerle derinden bağlı olduğu ileri sürülmekle beraber’ sivil toplumun ortaya çıkması Modern felsefede kapitalizm ve liberal düşüncenin yükselişi ile eş zamanlıdır. Sivil toplumun popülerliğinin yeniden doğması ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin çöküşü ile başlar.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yıkılmasının ardından sivil toplum kavramı Batı dünyasında yeniden gündemi işgal etmeye başlamıştır. Devlet-toplum ilişkilerinin ‘burjuva’ üzerinden tek taraflı buyurgan, şekillendirici olmaması için ‘proleter’ gücü harekete geçirmeye yönelik olarak Neo-Marksist düşünürlerin ortaya koyduğu talepler ve sivil toplum vurgusu; komünist yönetimlerin güçlerini yitirmeleri ile birlikte önemli bir çözümleyici olarak ilgi görmüştür. Bununla beraber nasıl bir sivil toplum sorusunun doğurduğu tartışmalar daha da hızlanarak artmış ve çeşitli sivil toplum kuramları geliştirilmiştir.
Sivil toplum kavramının devlet ile açık bir ayrımını ilk olarak F. Hegel yaptı. Hegel, aile-sivil toplum-devlet ayrımını yaparak sivil toplumu devlet ve aile arasında bir yere yerleştirdi. Hegel sivil toplumun ancak modern bir dünyada olabileceğine inanıyordu. Bu bağlamda sivil toplum, Hegel’de burjuva toplumuna karşılık gelmekteydi. Bununla beraber Hegel gelişmiş, güçlü bir devletin varlığının gerekliliğini önermekteydi.
Karl Marx’ın sivil toplumla ile ilgili düşünceleri Hegel’den, İngiliz ve Fransız liberalizm teorisyenlerinden dolayısıyla liberal ‘sivil toplum’ anlayışından hemen kurtarmamış, ilk çalışmalarında Hegelci bir anlayışı takip etmiştir. Marx’ın olgunluk döneminde sivil topluma bakış açısı ve analizleri materyalist diyalektik etrafında şekillenmektedir. Marx, sivil toplumu artı değer sömürüsünün gerçekleştiği sınıfsal bölünmelere göre biçimlenen bir alan olarak görmekteydi. Marx için ‘sivil toplum, yalnızca siyasal devletin ortaya çıkmasına yol açan çelişkilerin keskinleştiği bir çatışma alanı değil, aynı zamanda çelişkilerin diyalektik bir biçimde aşılmasını sağlayacak olan süreç ve öznelerin de açığa çıktığı toplumsal ilişkilerin örüntüsüydü’. Hegel devletin bir aracı olarak sivil toplum içindeki çatışmalara müdahale ettiği düşüncesi Marx tarafından reddedildi. Marx’a göre aksine devlet egemen kapital sınıfın çıkarlarını temsil ediyor ve meşrulaştırıyordu. Bu açıdan Marx’a göre sivil toplum tam olarak da sosyo-ekonomik ilişkilerin bir koleksiyonudur. Bu bakımdan da devlet bu ilişkilerin ve çatışmaların bir görünümünden başka bir şey değil. Bu yüzden de Marx sivil toplumu, siyasi, sosyal ve ekonomik alanlara dağıtarak gerçek topluluğun tahrip edildiğine inanıyordu.
Marksist Kuram’ı esas alan neo-Marksist düşünürler sonraki dönemde sivil toplum kavramına önemli katkılar sağladılar. Gramsci, Marx’ın sivil toplum görüşünü genişletti ve sivil toplumun özel kuruluşları da kapsayarak bireyin ötesine geçtiğini iddia etti. Gramsci’ye göre sivil toplum devletin zorlayıcı doğası, kurumları ve ekonomik alanla kaynaşmıştır. Gramsci’nin modern devlet hakkındaki genişletilmiş konseptinde; siyasal toplum, sivil toplum ve ekonomik alan, ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş durumda görülür.
Yalnız sivil toplum hegemonya üzerinden ‘rıza’ya da dayandırmaktadır. Aslında diyalektik açıdan tahakküm ve hegemonya kavramları anahtar kavramlar olarak görünmektedir. Hegemonya daha çok ‘yapması gerekene’ razı etmek olarak beliren bu durum tam da tahakkümden farklı pencere aralar. Gramsci’ye devletin siyasal toplumu oluşturması tahakküm aygıtlarını (mahkemeler, ordu, polis) kullanma ile kişileri zorlar. Sivil toplumda ise devlet hegemonik araçlar üzerinden sistemi korumak ya da karşı çıkanları baskılamak amacı ile ‘ikna’yı kullanır. Böylece Marx’ın ‘yanlış bilinç’ dediği Gramsci’de ise sivil toplum üzerinden egemen ideolojinin gerçek sınıf bilincini ‘iğdiş’ ettiği bir ilişki oluşmaktadır. Neo-Marksist kuramcılardan Althusser ise ‘İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’ adlı eserinde sivil toplum betimlemesini; devletin çeşitli aygıtlar üzerinden toplumu şekillendirici bir araç olarak görmekteydi’ S.147-165
...
Yorum Ekle
Adınız :
Başlık : Yorumunuz :
Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
YAZARLAR
...
...