Allah'ın dininden kaynaklanmayan ve Allah’ın dinine uygunluk arz etmeyen her dâvâ, her kavga câhiliyedendir. İslâm, câhiliyenin her çeşidine karşı bir inkılâb-ı kebîrdir. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. İslâm öncesi Arap toplumunun durumu ortaya konulmadan İslâm ile beraber gelen değişim ve dönüşümü anlamak kolay olmayacaktır. Ashâb “câhiliye” kelimesi ile İslâm’dan önceki devri kastetmiş ve geçmiş hâtıra ve olaylarını yâd ederken bu kelimeyi kullanmışlardır. Câhiliye dönemi Araplarında genel anlamda bir merkezî idareden bahsetmek güçtür. Kabileler halinde ve göçebe hayatı yaşayan Araplar arasında sık sık kabile temelli kan davası ve kavgalar olmuştur.(1)Devr-i câhiliyede kaba kuvvet hakkın ve hukukun önüne ve yerine geçirilmiştir. Kuvveti haktan ve hukuktan üstün tutan bütün sosyal ve siyasal rejimlerin tamamı câhiliye rejimleridir.
Câhiliye davası, câhiliye rejimleri, câhiliye kültürüyle devam ederler. “Câhiliye kültürü” denildiğinde ise Hz. Peygamber’in gönderildiği kültürel ortam, vahiy ile eleştirilen inanç ve zihniyet temelli dünya görüşü ifade edilmiş olmaktadır.(2) Belirtmek gerekir ki câhiliye kavramı her ne kadar günümüzde daha çok olumsuzlukların yaşandığı bir döneme tekabül etse de bu dönemin kahramanlık, ahde vefâ, cesaret, cömertlik, misafirperverlik ve namusa düşkünlük gibi olumlu uygulamaları da bulunmaktaydı.(3) Câhiliye kültüründe var olan ve İslam’ın gelişinden sonra da varlığını devam ettiren ilimlerden biri, neseb ilmi (ilm-i ensâb) olmuştur.(4) Nitekim Arap toplumu bu ilme oldukça fazla önem vermiş, bu ilimle ilgilenen kimseler sosyal statü açısından toplumun önde gelenlerinden addedilmişlerdir. Özellikle Hz. Ebubekir, Cübeyr b. Mut‘im ve İbn Abbas gibi sahâbîler neseb ilmi konusunda uzmanlaşmışlardır. Neseb ilmi ile uğraşmanın ehl-i ilmin yapması gereken önemli bir alan olduğunu belirten İbn Abdilberr (rha), bu görüşünü sıla-i rahim metaforu ile güçlendirmiştir. Zira akrabalık bağlarının güçlü olduğu toplumlarda bireylerin neseplerini öğrenme arzusu daha bârizdir. Bu ilim dalında Allah’ın insanları şube ve kabileler halinde yarattığı bilgisi yer almış ve neseb ilminin bilinmesi gerektiğinin altı özellikle çizilmiştir.(5)
Neseb bilgisi yaygın ve muteber bir ilim hâline gelince bu ilmin kendisine ait bir terminolojisi ve literatürü de oluşmuştur. Örneğin neseb ile ilgili olarak şu‘ûb, kabâil, butûn, efhâz ve fesâil(6) gibi ifadeler kullanılmış, buna ek olarak hadis ravilerinin millet mensubiyetleri ile Arap kabilelerinin tanıtıldığı müstakil eserler vücuda getirilmiştir.(7) Neseb ilminin revaçta olması, Arap toplumunda asabiyet duygusunun egemen olduğunun göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir. Ayrıca hemen her kabilenin kendilerini öven ve muhaliflerini yeren fesâhat ve belâgat ustası şairlerinin bulunması da İslâm öncesi Arap toplumunda asabiyet olgusunun tezahürlerinden biri olarak kabul edilebilir.(8)
Evet, Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet” denilmekteydi. Mekke toplumunda fertleri birbirine bağlayan bağ, kavim asabiyesi olup, bu bağ insanların birbiriyle olan bağın en güçlü ve etkili şekliydi. Hatta bu bağ gözleri öylesine kör etmişti ki, aynı kavim ve aşiretten olmaları, yaptıkları zulüm de olsa birbirlerini desteklemelerini sağlıyordu. Câhiliye şiirlerinde bile görülen bu asabiye bağı, "İster mazlum olsun ister zalim, kardeşine yardım et" şeklinde yansımıştır. Kavim asabiyesi Mekke Şirk Devleti’nin birleştirici harcı konumunda olmuştur. Mekke Şirk Devleti’nde kavmiyetçilik, zulümdeki eşitlik kavgasının adı olmuştur.
Mekke Şirk Devleti, câhiliye asabiyetiyle hareket ediyordu. Rasûlüllah’a (sav) Mekkeli yöneticilerin tepkisi, "kavminin birlikteliğini parçaladığı ve kardeşler arasına fitne soktuğu" şeklinde olmuştur. Gelen vahyin birleştirici harcı herhangi bir kavmi, aşireti, ırkı, soyu-sopu, statüyü gözetmiyor, başka bir bağa işaret ediyordu. Vahyin işaret ettiği asabiye bağı, o zamana kadar Mekkelilerin tarihinde görmedikleri bir bağ, anlam veremedikleri bir asabiyeydi.
Mekke Şirk Devleti yöneticileri egemenliğini, bağlı oldukları asabiye üzerinden sürdürürken, bu bağın kopmaması için sürekli strateji geliştiriyor, kavmiyetçi hassasiyetin güçlenmesi için büyük çaba sarf ediyordu. Kendi kavminden olup da fertlerine sahip çıkmayan kavmin liderleri hor görülüp aşağılanıyor, haklarında ileri geri konşuluyordu. Bu etkinin gücünü, iman etmeseler bile, Rasûlüllah’ı canları pahasına koruyan kendi kavminde görebiliyoruz. Mekkeli yöneticilerin Hz. Muhammed’i (sav) öldürmek istediklerini öğrenen Ebu Talib'in, Haşimoğulları'nın bütün gençlerini silahlandırarak Mekke meydanında toplayıp, Mekke Devleti yöneticilerine meydan okuması, gerekirse bütün Haşimoğullarının ölmeyi göze alabileceğini söylemesi, kavim asabiyesi hakkında bize yeterli bilgiyi vermektedir.
Mekke Şirk Devleti egemenliğini kavim asabiyesi üzerine kurmuş, egemenliğini ve iktidar-itaat ilişkisini de bu bağ üzerinden devam ettirmek istemektedir. Onlara göre ortaya çıkan yeni din, egemenliklerini tehdit eden en büyük tehlikedir. Sebebi, insanları birbirine bağlıyan asabiyeti değiştirmek istemesi, iktidar itaat ilişkisini başka bir merkeze çekmesidir. Gelen vahiy, Mekkelilerin yüzyıllardır alışageldikleri birliktelik referansını ortadan kaldırıyor, bambaşka bir değerle topluma hitap ediyordu. Kavim kardeşliği üzerine kurulan egemenlik, iman kardeşliğinin sarsıcı etkisiyle temellerinden sallanmaya başlamıştı. Çünkü İslâm bir inkılâp ve ıslah nizamı olarak gelmişti. Rasûlüllah (sav) buyuruyor: “İslâm kendisinden önce olanı ortadan kaldırır.”(9) Mekke Şirk Devleti’nin tutunduğu zulümde eşitlik kavgası manasına gelen câhiliye asabiyesini İslâm dini alıp tarihin çöplüğüne attı.
“Kardeşin zalimde olsa ona yardım et” diyen bir zihniyetin karşısına, “Hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa elini keserim” diyen tanımadıkları, anlam veremedikleri başka bir değer çıkmıştı. Haklı-haksız demeden birbirine arka çıkan kavim asabiyesi, “Ancak iman edenler kardeştir” diyen yeni söylem karşısında bocalamaktaydı. Rasûlüllah’ın (sav) yanına gelen Ebu Süfyan, O’nu Bilal’le birlikte gördüğünde, “Ey Muhammed, müslüman olursam bana ne var?” dediğinde, “Bilal’e ne varsa sana da o var” demiş, bu söz Ebu Süfyan’ın zihninde yüzyıllardır alışageldiği bütün değerleri alt üst etmişti. Toplumun birliktelik harcının değiştiğini anlayan Mekke Devleti yöneticileri, ileriki dönemlerde bu yeni asabiyenin iktidarlarını tehlikeye sokacağını anlamıştı. Asabiyenin nihai hedefi egemenliktir. İbni Haldun asabiye üzerinde uzunca duruyor ve devlete-egemenliğe giden yolda asabiye kavramına büyük önem veriyor. Asabiye’yi insanları birbirlerine bağlayan bir bağ olarak tanımladıktan sonra, “asabiyenin nihai amacı devlet kurmaktır ve varmak istediği nihai hedef egemenliktir” diyor. İbn Haldun, toplumların devlet haline gelebilmelerini asabiyetle mümkün görüyor. Hiç bir toplumun asabiyetini oluşturmadan devlet kuramayacağını, hatta yaşamını bile sürdüremeyeceğini ifade ediyor. Asabiyeti oluşmayan toplumlarınsa en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkum olduklarını, asabiyetin devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmediğini belirtiyor. İbni Haldun, devletin ve egemenliğin sürekliliğini de asabiyete bağlıyor. Asabiyetsiz hiçbir devlet kurulamayacağını, devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerektiğini belirtiyor. Bu ise asabiyetin kendisidir, diyerek önemli bir inceliğe işaret ediyor.
Asabiye bağını Nesep Asabiyesi ve Sebeb Asabiyesi olarak ikiye ayıran İbni Haldun, toplumların bu iki asabiye üzerinden dönüşebileceğine, bu iki asabiyeyle amaçlarına ulaşabileceğine işaret ediyor.(10) Buradan Mekke Devleti ve devletin egemenliğini sağlayan asabiye bağının neseb asabiyesi olduğunu ve kuşatıcı algının etkisini buraya dayandırdığını anlıyoruz. Bugün modern devletlerin de ulusalcılık ve belli bir ırkın üstünlüğüne dayanan paradigmalar doğrultusunda kurmaya çalıştıkları egemenlik, nesep asabiyesine dayanmakta, günümüz tanımıyla ulusalcılığa işaret etmektedir. Günümüzde hüküm sürmekte olan ulus devletler, Mekke Şirk Devleti’nin birer uzantıları, birer versiyonlarıdır.
Hz. Muhammed’in (sav) vahiy doğrultusunda oluşturmaya çalıştığı asabiye bağı, iman üzerine kurulmuş, peygamber devletine giden yolda, ırk, soy-sop, nesep, statü, makam-mevki yani dünyevi olan ne varsa hepsini bertaraf ederek kurucu etkisini göstermiştir. Yüzlerce yıla dayanan bütün bağlar, gelen yeni bağ ile bütün işlevini yitirerek yeni bir şekle girmiş, iman kardeşliği kendi dışındaki birlikteliklerin tamamını bertaraf etmiştir. İman kardeşliği, câhiliye asabiyesinden kaynaklanan kavmiyetçiliğe/milliyetçiliğe karşı İslâm dinin gerekleştirdiği eşsiz inkılaplardandır.
İmana dayanan yeni asabiye, toplumda kabul gören ve tasvip edilen bütün değerleri değiştiriyor, dönüştürüyor, ıslah olacakları ıslah etmeye, olmayacakları, bâtıl denilenleri ise tamamen ret ederek ortadan kaldırıyor. Bu değişim öyle kesin ve net bir dille gerçekleşiyor ki, en küçük bir tavizden söz etmek mümkün olmuyor. Mekki ayetlerin muhtevası göz önüne alındığında, neredeyse tamamının insanın cahili pisliklerden arındırılmasına yönelik, yol yöntem ve emirlerden oluştuğunu görüyoruz. Özellikle şirk pisliğinin kalplerden ve amellerden temizlenmesi, Allah’ın birliği olan tevhid inancının kalplere yerleşmesi için bir dizi emirlerden teşekkül ettiği sarih olarak ortadadır. Kur’an’la hemhal olan bütün Müslümanlar bunun bilincindedir. Bugün Kur’an’dan akademik manada derinlemesine malumat sahibi olanların, lakin buna rağmen devletsiz bir din anlayışını ikame etmeye çalışanların bu bilgiden habersiz oldukları da düşünülemez. Şirk pisliğinin temizlenmesi, velâ-berâ ilişkisinin sürekli olarak hassasiyetle zikredilmesi, ilahî tasarrufun iman edecekler üzerinde ileriye dönük planladığı gelişmelerin gerçekleşmesini istemesindendir. İnsanları renklerine, ırklarına, meşreplerine, ekonomik statülerine göre kamplaştırmanın, birbirine düşman etmenin İslâm’da yeri yoktur. İslâm toplumu, bir tevhid ve takva toplumudur. Vahdet ve adalet üzerine toplumsal bir dönüşümü hedefleyerek yeni bir düzen kurulmasını murad eden Allah, kurulacak düzenin birleştirici unsurunu da iman kardeşliği olarak belirlemiştir. Sevginin, nefretin, dostluğun, düşmanlığın, itaatin, her türlü toplumsal ve fert olarak sürecek ilişkilerin tamamının işlevini iman bağı üzerinden emretmiştir. Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde, bir kabilenin veya kabileden bir kişinin başka kabile tarafından -hangi sebeple olursa olsun- tecavüze uğramasını önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu maddî ve mânevî zararın telâfîsini sağlamaya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunu idi. Saldırıya mâruz kalan tarafın kendi kabilesini yardıma çağırması (istigāse) halinde bütün kabilenin galeyana gelerek (hamiyye) bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanununun kaçınılmaz bir gereği idi ki Câhiliye döneminde ardı arası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.
Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin, yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm’e isnat edilen(11) bir şiirde, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiş, zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazısız bir kanun olarak telakki edilmişti. Şair Asla‘ b. Abdullah’ın, “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti,(12) başka bir şairin, “Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” mânasındaki beyti(13) Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.
Asabiyet, bir kimsenin haksız olmasına rağmen kendi kavmine yardımcı olmasıdır.(14) Cübeyr b. Mut‘im’in rivayet ettiği ve Buhârî’nin Sahih ’i dışındaki belli başlı hadis mecmualarında bazı varyantlarıyla yer alan aşağıdaki hadis, hem asabiyetin Câhiliye dönemindeki muhtevasını göstermesi, hem de Peygamber’in asabiyet temayüllerinin müslümanlar arasında yeniden baş göstermesinden duyduğu kaygıyı hatıra getirmesi bakımından son derece önemlidir: “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü Câhiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek müminin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefa göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü Câhiliye ölümüdür.”(15) Hz. Peygamber’in müslümanlar arasında asabiyetin yeniden ortaya çıkmasından duyduğu kaygıyı gösteren ve bu tehlikenin işareti gibi görünen bazı olayları yansıtan daha başka hadisler de vardır.
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslam dininin en önemli hedeflerinden biri de gönderildiği toplumda kabile sistemi üzerine kurulu soy esaslı sosyal düzenden, hukuka dayalı devlet nizamına geçişi temin etmekti. Zira İslam öncesi dönemde Araplar sürekli düşmanlığa neden olan dar kabilecilik anlayışıyla (asabiyet) hareket ediyorlardı. Bu nedenle Allah Rasûlü (sav), öncelikli olarak kabile asabiyetinin dar çerçevesini aşarak kısa vadede Arapları inanç merkezli olarak bütünleştirmeyi hedeflemiştir.(16)
Asabiyet, en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir.(17)
Asabiyetle mücadelenin ilk adımı olarak Kur’ân bütün mü'minlerin kardeş olduklarını ilan etmiş (Hucurat Sûresi: 49/10) ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesinlikle reddetmiştir. (Tekâsür Sûresi: 102/1-8) Kur’ân’da insanların doğuştan kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlaki hassasiyet demek olan takvâda ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir. (Hucurat Sûresi: 49/9-13) Hz. Peygamber de Mekke’nin fethinde irâd ettiği hutbesinde İslam kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler! Allah sizden câhiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”(18) sözleriyle ortaya koymuştur.
Câhiliye asabiyesi, ahlâki erdemlere indirilmiş bir darbedir. Ahlâkî erdemler ancak medenî bir hayat içinde işlerlik kazanabilir. İbn Miskeveyh der ki, "insan, tabiatı itibariyle topluluk halinde yaşamaya eğilimli bir varlıktır."(19) Taşköprizâde de erdemli bir toplum ve uygarlık oluşturmanın medenî hayatla (temeddün) dinî hayat (tedeyyün) arasında sıkı bir irtibat kurmaktan geçtiğini vurgulamıştır.(20) Câhiliye asabiyyesi; ırkçılığa, yobazlığa, ulusalcılığa, ayrımcılığa yol açar. “Taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, tarafgirliktir. Bağnazlık, körü körüne bağlılıktır. Irk taassubu, tarih boyunca çoğunlukla insanın hemcinsini horlaması ve dışlamasına neden olmuştur. Hatta bunun da ötesinde zulüm, haksızlık, sömürü ve sayısız insanın ölmesinin sebebini oluşturmuştur. Ancak görüldüğü gibi, Kur’an bu farklılaşmayı, haksızlığın bir gerekçesi olmaktan çıkarmıştır. Aksine farklı ırkların bulunmasını Allah’a götüren alametler şeklinde değerlendirerek konuya pozitif bir anlam yüklemiştir. Böylece ırk konusundaki ön yargıları ve yanlış telakkileri tashih etmeye çalışmıştır. Irktan kaynaklanan farklılaşmalar, Allah’a götüren ayet ve semboller olduğundan, saygı ile karşılanmalı ve itina ile korunmalıdır. Çünkü bunlar da Allah’a götüren diğer ayetler gibi bir ayettir. Dolayısı ile bir milletin, bir ırkın asimile edilmesi, Allah’a götüren bir ayetin yok edilmesi anlamına gelmektedir.
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”(21)
“İttihad-ı İslâm” görüşünün önemli temsilcisi olan İkinci Meşrutiyet münevveranından Babanzâde Ahmed Naim (rha),“İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyet” adlı kitabında “kavmiyet” ve “asabiye”yi İslâmî açıdan nasıl anlayacağımızı ve ‘’asabiyyet-i kavmiyye ve cinsiyye”nin Müslümanlar arasında birliği bozabilecek tehlikeli bir fikir haline nasıl geldiğini izah eder. Ona göre, “asabiyye-i kavmiyye ve cinsiyye, kardeşliğe ve birliğe karşı bir düşünce sistemidir. Cinsiyet davası, şer'an kötü görülmüş ve reddedilmiştir. Şer'i açıdan bir cahiliyyet dâvasıdır. İslâm’ın kıvam ve bekâsına, Müslümanların refah ve saadetine en müthiş darbedir.”
“Asabiyye-i kavmiye bayrağını ellerinde tutanların aldığı manaca da vatanperverliğe münafidir” diyerek, asabiyet fikrine dinî, yani millî açıdan karşı çıkar. Çünkü “asabiyye-i kavmiyye”yi şeriata göre câhiliye düşüncesi olarak değerlendirir ve dinî açıdan vatanseverliğe aykırı bulur. Vatanseverlik ifadesinin bugünkü modern-yurtseverlik manasına gelmediğini, İslâm’ın hâkim kılındığı topraklar olarak anlaşılmasını belirtelim. İslam şerefinin yanında kavmiyet şerefi anılmaya değmez. Cahiliyye asabiyesi, kendi mensubiyetinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasındadır. Soy, ırk, renk, cinsiyet, dil gibi, iradî olmayan aidiyet veya niteliklerle övünür. Düşündüğü ve hedeflediği sadece kendi çıkarıdır. Bütün tarafları kuşatıcı bir hukuk anlayışını kabul etmez, haklıyı haksızı ayırmaz. Daha doğrusu hak ve imtiyazlara yalnızca kendini layık görür. Karşı taraf, yok edilmesi yahut etkisiz hale getirilmesi gereken zararlı bir ‘öteki’dir. İslâm dini, asabiyetin tesirini kırmak için asabiyet sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunun yerine cihadı ikame etmiş, kan/ kabile/ asabiyet için savaş yerine din adına gazayı ikame etmiştir. Bizim renklerimiz, ırklarımız Rabbimizin takdiridir. Hiçbir kimse şu veya bu ırktan olsun diye Allah’a dilekçe vererek dünyaya gelmemiştir. Bütün ırkları tek bir ırkın hizmetkârı yapmak, bir ırkı diğer ırklardan üstün görmek ve görmeye çalışmak, Allah’ın takdirine isyan etmektir ve tamamıyla cahiliyye asabiyesidir.
____________________
(1) Afzalu’r-Rahman, Siret Ansiklopedisi, İnkılab Yay., İstanbul, 1996, I/15.
(2) Adem Apak, Kur’an’ın Geliş Toplumunda Arap Toplumu, Sh: 13
(3) Adnan Demircan, “Son Peygamberin Geldiği Coğrafya ve Toplum: Hicaz Bölgesi ve Câhiliye Arapları, Câhiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed (Sempozyum), 13-15 Nisan 2007, Konya s.44; Ferihan Özmen, “Dönemin Şiirlerinden Örneklerle Câhiliye Araplarında Ahlak”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2012, cilt:1, sayı:3, s. 305-310.
(4) Necdet Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1957, Sh: 128
(5) Yûsuf b. Abdillah İbn Abdilberr, el-İnbâh Ala Kabâili’r-Ruvât, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1985, Sh: 11-13,15.
(6) 14; Ensâb ile ilgili tedvin edilen eserler için bkz. Ahmet Önkal, “Ensâbla İlgili Eserler”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 4, yıl: 1991, Sh: 55-72
(7) İbn Abdilberr, a.g.e., Sh: 11; Abdulkerîm Muhammed b. Mansûr es-Sem’anî, el-Ensâb, Dairatu’lMaarifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1977, Sh: I/1-12 (Sem’anî (ö. ٥٦٢/١١٦٦) bu eserinin girişinde neseb ilminin gerekliliğine dair rivayetleri sıralamıştır. Bkz. aynı yer)
(8) Ahmet Önkal, “Araplarda Ensâb İlmi ve İslam Tarihi Açısından Önemi”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:3, yıl: 1990, Sh: 117-132
(9) Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 199-204, 205
(10) İbn Haldûn, Muḳaddime, I, 86, 116-134, 142-143, 164-165, 167-168, 180-182; Muhammed Âbid el-Câbirî, Fikru İbn Ḫaldûn: el-ʿaṣabiyye ve’d-devle, Dârülbeyzâ 1982, Sh: 271-336
(11) Meydânî, Mecmaʿu’l-ems̱âl (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Dımaşk 1972, II, 334
(12) Ebü’l-Mehâsin eş-Şeybî, Tims̱âlü’l-ems̱âl (nşr. Esad Zübyân), Beyrut 1402/1982, I, 325
(13) Ebû Hilâl el-Askerî, Cemheretü’l-ems̱âl (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl – Abdülmecîd Katâmiş), Kahire 1384/1964, I, 58-59
(14) Ebû Dâvûd, “Edeb”, 112
(15) Müslim, “İmâre”, 57; Nesâî, “Taḥrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7; Müsned, II, 306, 488
(16) İhsan Nass, el- Asabiyyetü’l-Kabeliyye, Beyrut 1964, s. 173-174
(17) Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, 1: 663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, 3: 453
(18) İbn İshak, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah, Konya 1981, s. 94.
(19) Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, Sh: 38
(20) Miftâḥu’s-saʿâde, I, 26-27, 311, 314-315, 320, 403-405, 407-408; II, 150
(21) Rûm Sûresi/ 22