AYIN KONUSU • Hüsnü AKTAŞ
04. BM Genel Kurulu, Post-Truth Siyaset, AUKUS Güvenlik Paktı
İKTİBAS • Cüneyd ALTIPARMAK
07. Kirlenen Dünyanın Sorunu: Ekolojik Mültecilik
MAKALE • İbrahim DÖNERTAŞ
09.Durum Tahlilimiz ve Zayıflayan Mücadele Azmimiz!
İNCELEME • Mustafa ÇELİK
16. Dindarlaşma Fıkhı
AKAİD • Dr. Rahmi DEMİRCİ
20. Gaybın Keyfiyeti ve Gayba İmanın Önemi
TEFSİR • Mustafa YUSUFOĞLU
24. Harbi Kâfirlere Karşı Savaşmak Allah’ın Emridir
HADİS • Selim BAKIRCI
31. Veda Haccı Hutbesinde Müslümanlara Bırakılan İki Emanet
FIKIH • Yusuf KERİMOĞLU
35. Fütüvvet Ahlâkı ve Vakıf Muamelesi Üzerine Notlar
KİTAP • M. Zahid AYDAR
39. Amerika ve Modern Türkiye’nin Oluşumu
Günümüzde devlet siyaseti haline getirilen satanist-laik ideolojilerin, cemiyet halinde yaşayan insanlarda değişik kimlik krizlerine sebep olduğunu söylemek mümkündür. İçinde yaşadığımız zaman diliminde takdis edilen modernizme iman eden devlet adamları, insani değerleri ifsad ederek yeryüzünü yaşanamaz hale getirmişlerdir. Son tahlilde insanın 'Allah’ın kulu olma' kimliğinden kurtulmasını, özgürleşmesini ve hatta ‘kendi kendisinin ilâhı’ olmasını teklif eden satanizm, salgın bir hastalık gibi yayılmaktadır. Münzel kitaba dayanan bütün dinleri; hayatın ve tarihin dışına iten seküler-lâik devlet adamları, yeryüzünde fesadın yayılması için birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Son yıllarda yaygın olarak kullanılan hakikat ötesi (Post-Truth) kavramı, son tahlilde şahsi kanaatlerin ve gayr-i meşrû arzuların kamuoyunu yönlendirmede gerçeklerden daha belirleyici olmasını ifade eden bir kavramdır. Hakikat ötesi olgusunun çıkış noktası, yalanın ya da çarpıtılan ve yeniden tasarlanan algıların medya eliyle normalleştirilmesi, hedef kitlelerin hakikat yerine ihtiyaç hissettikleri ve duymaktan hoşnut oldukları kurgusal yalanları tercih ve talep etmesidir. Yalanın estetik veya kabul edilebilir hale getirildiği hakikat ötesi siyaset ve söylemi oluşturanlar, yayanlar ve bunu takdis edenler, tahrif edilmiş gerçekliği hakikatin üstünde konumlandırarak insan aklını ve kalbini iğfal etmektedirler.
Modern-ulus devlet paradigması, lâiklik ve demokrasi gibi ideolojik tercihler; maskeli bir haydut gibi, insanların zihin dünyalarını işgal etmiştir. Cemiyetin en küçük birimi olan aile müessesesi; Avrupa Birliği’nin normlarına uyum adına çıkarılan kanunlar sebebiyle, param-parça olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İdeolojik tercihlerine göre muhafazakârlar, liberaller, feministler, post-modernizmi savunan aydınlar ve marksistler, aile meselesinde birbirinden farklı tezler ileri sürmektedirler. Muhafazakârlar, ailenin son yüzyılda yıkıma gittiği ve bu sürece müdahale edilmesi gerektiği kanaatindedirler. Liberaller ise ailenin tehlikede olmadığını, yeni aile biçimlerinin oluştuğunu ileri sürerek, siyasi ve sosyal müdahalelere karşı çıkmaktadırlar.
Türkiye’de bazı aydınlar ve politikacılar kadına ‘pozitif ayrımcılık’ gerekçesiyle, boşanma halinde erkekleri ebediyen nafakaya mahkûm eden kanunların harfiyen uygulanmasını arzu etmektedirler. Görünen odur ki insanoğlu, tarihte belki de ilk defa olarak evlilik kurumunun yıkılışına şahit olmaktadır. Nikâhın yerine zinayı, zinanın yerine de eşcinselliği koyan Batı uygarlığı, tedavisi kolay olmayan hastalıklarla meşgul olmaktadır. Cinsel özgürlük adına yaktığı şehvet ateşi aile müessesini ortadan kaldıracak bir boyuta gelmiştir.
Evlilik çağındaki insanlar üzerinde yapılan araştırmalara göre ABD’de boşanmış çiftlerin oranı % 53 civarındadır. Yani, evlenen çiftlerin neredeyse yarısından fazlası boşanmayı tercih etmektedirler. Türkiye’de de boşanmalar hızla arttığı, yani aile müessesesinin zaafa uğradığı görülmektedir. Resmi rakamlara göre, geçtiğimiz yıl boşanmaların oranı, bir önceki yıla göre % 30 civarında artmıştır. Son yıllarda çocukların önemli bir kısmı, sıcak bir aile yuvasına hasret olarak büyümeye mahkûm edilmişlerdir. ‘Child Trend’ kurumunun araştırmalarına göre Amerika’da 30 yaş altı kadınların yarıdan fazlası çocuklarını evlilik dışında doğurmayı tercih etmektedirler. Şu an için ABD’deki tüm çocukların % 41’i evlilik dışı, eski tabirle ‘gayr-i meşru çocuk’ durumundadır. Siyahlarda bu oran daha vahimdir: % 73. Başka bir tabirle siyah Amerikalılardan sadece % 27’si anne ve babasıyla birlikte büyüyebiliyor. İzlanda, İsveç, Norveç ve Fransa’da ise evlilik dışı doğan çocukların oranı hızla artmaktadır. Üstelik bu ülkelerde evlilik içi doğanların mühim bir kısmının göçmen ve azınlık çocukları olduğu düşünüldüğünde Batı Avrupalılar arasında evliliğin ve evlilikte çocuk doğurmanın tarihe karıştığı söylenebilir. Bu ülkelerde bekâr ve kısa süreli ilişkiler çağı çoktan başlamıştır. Türkiye’de de durum farklı değildir. TBMM tarafından kabul edilerek 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunu ile ‘Aile reisi kocadır’ hükmü kaldırılmış, yerine ‘evlilik birliğini eşler beraber yönetirler’ hükmü getirilmiştir. Aile içerisindeki ahengi zaafa uğratan ve karar vermeyi zorlaştıran ‘Eş Başkanlık’ düzenlemesi, ‘kadın-erkek mücadelesini’ beraberinde getirmiştir. Ayrıca AB müktesebatına uyum sağlamak adına zinanın suç olmaktan çıkarılması ve ‘birlikte yaşamak’ gibi gayr-i meşru ilişkilerin serbest bırakılması, bir anlamda aile hayatının dinamitlenmesine vesile olmuştur. Son yıllarda televizyon kanallarının gündemini meşgul eden ‘Kadın cinayetleri’ ve ‘kadına şiddet’ konusu, medeni kanun adına yapılan yeni düzenlemelerin ortaya çıkardığı bir felâkettir.
Hadiselerin sebeplerini tahlil etmeyi akıllarına bile getirmeyen, sadece neticeleri üzerinde durun politikacılar ve aydınlar, her hadiseden sonra ‘kadına şiddet, insanlığa ihanettir’ gibi sloganlarla, aile nizamına vurulan öldürücü darbeyi gizlemeye çalışmaktadırlar. Erken yaşta evlilik yaptıkları gerekçesiyle binlerce gencin hapse mahkûm edilmesi ve cezaevlerine doldurulması ise ayrı bir felâkettir. Siyasetle meşgul olan politikacıların yaşanan bu aile felâketlerinin önüne geçmek için kıllarını bile kıpırtmadıkları malûmdur.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerim’de ‘şeytanın telkinlerine kapılan, adaleti hafife alan, mülkü/iktidarı elde etmek için her türlü hileye başvuran ve biriktirdiği malların kendisini ölümsüz kılacağını zanneden’ müstekbirlerin yeryüzünde fesadın yayılmasına vesile oldukları haber verilmiştir. Adaletin mülkün temeli olduğuna inanan, insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymaya çalışan Müslümanların; yeryüzünde fitne ve fesadın yayılmasına vesile olan müstekbirleri zaafa uğratmak için bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır..