Kitabın Adı: Vakıfta Amaç
Yazarı: Hamdi Çilingir
Basım Yeri ve Tarihi:İst 2018
Yayınevi: İktisat Yayınları
Sayfası: 232
Kapak Türü: Karton
VAKIF, özünü İslam’daki sadaka ve infak anlayışından alan, tarihsel süreç içerisinde Müslümanların tecrübeleriyle gelişen ve zenginleşen, hizmet ettiği amaçlarla neredeyse hayatın bütün alanlarını kapsayan çok önemli bir müessesedir. İslam, Müslümanları bir yandan zekât, sadaka-i fıtır, öşür gibi zorunlu sadakalarla (sadaka-i vâcibe) yükümlü tutarken diğer yandan da onları nafile sadakalar (sadaka-i nafile) konusunda teşvik etmiştir. Belli oranlarla ve belli şartlarla sınırlı olan zorunlu sadakaların sarf yerleri de büyük ölçüde İslam tarafından belirlenmiştir. Ancak nafile sadakaların oranları belli olmayıp kişinin takdirine bırakıldığı gibi sarf yerleri de (amaçları da) sadaka sahibinin tayinine bırakılmıştır. Nafile sadakanın bir türü olan vakıfta (sadaka-i câriye, sadaka-i müebbede) da sarf yeri ve amaçların belirlenmesi tamamen vakfı kuran kişilere bırakılmıştır. İşte tam da bu husustaki özgürlük ve geniş takdir yetkisine dayanarak Müslümanlar oran ve yükümlülük şartlarına bakmadan çok geniş mal varlıklarını birbirinden farklı amaçlara vakfetmiştir. Böylece tarihsel süreç içerisinde belli başlı esas amaç türleri yanında hayli renkli ve çeşitli vakıf amaçları ortaya çıkmıştır. Bu amaç çeşitliliği, vakıflarla ilgili herhangi bir esere bile bakılarak anlaşılabilir.
Vakıflardaki bu amaç çeşitliliği tarihi çalışmalarda çok iyi belgelenmiş ve ortaya konmuştur. Ancak vakfın amacında gözlenen bu çeşitliliği bazen sınırlandıran, bazen önünü açan, bazen belli yönlere kanalize eden ama şüphesiz her zaman yöneten ve yönlendiren hukuki ilkelerin ya da hukuk düşüncesinin izini süren ve İslam hukuku açısında amacı ele alan müstakil herhangi bir çalışma hemen hemen yoktur. Ben bu çalışmamda, vakfın amaç unsuruna odaklanacak, konuyu hukuki bir mesele olarak ele alacak ve bu hususta teorik bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Kanaatimce vakfın amacına yönelik bir birinden farklı teorik yaklaşımlara ciddi şekilde ihtiyaç vardır. Çünkü ancak bu tür çalışmalarla geçmişteki amaç çeşitliliği ile günümüzdeki hayli farklı amaç türleri ve amaca dair çeşitli meseleler sağlıklı, tutarlı ve ilmi düzeyde değerlendirme imkanı bulunabilecektir.
Giriş
Bu güne kadar vakıfların tarih boyunca ne tür amaçlara yönelik kurulduğu ve hangi hizmet alanlarını hedeflediğiyle alakalı hayli zengin tarihsel bir bilgi birikimi oluşmuştur. Vakfiye, sicil, fetva eserleri ve tarih kaynakları gibi pek çok belgeye dayalı olarak tarih boyunca kurulan vakıfların hizmet alanları ve amaçlarının çeşitliliği geniş bir şekilde ortaya konmuştur. Özellikle tarih alanında yapılan çalışmalarda vakıflar, ‘vakıfların sosyal statüleri’, ‘vakfedilen malların nevileri’ ve ‘vakıfların amaçları’ olmak üzere genelde üçlü bir tasnif içerisinde ele alınmakta ve üçüncü başlık çerçevesinde vakıfların tarihte hizmet ettiği amaçlara dair çeşitli tahlilller yapılmaktadır. Bütün bu verilerden İslam tarihinin hangi döneminde hangi bölgesinde ne tür amaçlara yönelik vakıflar kurulduğu ve süreç içerisinde ne tür yeni amaçların ihdas edildiği gibi hususları tarihsel bilgi olarak bilme imkânına büyük ölçüde sahibiz. Başta fakirler olmak üzere aile üyeleri, öğrenciler, hocalar, imam ve müezzinler, tekke erbabı, yetimler, hastalar gibi gerçek kişiler lehine vakıflar yanında cami, medrese, tekke ve imaret gibi kurumlar lehine pek çok vakfın kurulduğu bilinmektedir. Retorik olarak övünmeyi çok sevdiğimiz ve vakıf deyince hemen herkesin ilk aklına gelen kanadı kırık kuşlar, çeyiz hazırlayacak gençler, yanlışlıkla efendisinin malına zarar veren köleler lehine olmak üzere hayli ilginç amaçlar için kurulan vakıflar da herkesin zihninde tatlı birer anekdot olarak yer edinmiştir. Yapılan pek çok çalışmada da tarih boyunca kurulan vakıfların amaçlarındaki çeşitliliği geniş bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Ancak hukuki çerçevede bir vakfın amacı ne olabilir, meşru ve gayrimeşru amaçlar nelerdir, meşru amacın özellikleri nasıl tanımlanabilir, amaç kapsamındaki lehtarların vakıfla ilişkisi nedir gibi hukuki çerçevede daha üst başlık ve soruların cevaplanabilmesi için henüz yeterli bir çalışma zemini gerçekleştirilememiştir. Bu araştırmada Hanefi Mezhebi’nin yaklaşımı esas alınarak vakıfta amaç unsuru ile ilgili çeşitli meseleler ele alınacak ve bir ölçüde az önce zikredilen soruların cevaplarına ulaşabilmeyi sağlayacak bir amaç teorisine kapı aralanacaktır.
Peki vakıfta amaç unsurunun hukuki açıdan teorik çerçevede ele alınması neden gereklidir? Aslında bu soru, çağdaş dönem vakıf literatürüne dair okumalarımdan sonra oluşan belli bazı soru ve sorunsalların cevabını bulabilmeye yöneldiğimde önümde bulduğum daha büyük bir sorunun kendisidir. Batılı araştırmacıların iddialarını esas alırsak yaklaşık iki asır, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sindeki araştırmaları esas alırsak yaklaşık bir asırdır vakıflarla ilgili önemli bir iddianın ilmi çalışmalarda kendisine yer bulduğunu belirtebiliriz. Bu iddiaya göre vakıflar, amaçlarına göre hayri ve zürri olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hayri vakıflar, toplum yararına ve genel amaçlar lehine kurulan vakıflar olup vakıf müessesesinin aslı ve meşru tarafını temsil etmektedir. Zürri vakıflar ise, sınırlı ve belirli kişiler lehine özellikle de aile bireyleri lehine tesis edilmiş olup vakıf müessesesinin sonradan ihdas edilmiş ve gayrimeşru tarafını göstermektedir. Modern döneme özgü bu iddia sadece bir iddia olarak ortaya atılmamış, vakıfları siyasi ve toplumsal bir dizayn çabasının da muharrik unsurunu oluşturmuştur. Bu söylemle Batılı sömürge altındaki ülkelerde vakıf sisteminde ciddi değişik, tadil ve özellikle ‘ilga’ işlemleri gerçekleştirilmiştir. Özellikle ‘ilga’ diyorum çünkü tahmin edebileceğiniz üzere Mısır ve Suriye gibi bazı ülkelerde farklı sebeplerin yanı sıra özellikle bu söylemin etkisi ile İslam toplumlarında yüz yıllardır bir tatbikat olarak var olagelen zürri vakıflar ilga edilmiş, yeni kanuni müktesabatlarda kendine yer bulamamış veya Türkiye’de olduğu gibi sınırlı derecede yer bulabilmiştir. İşte bu iddia, Muhammed Ebû Zehra ve Ömer Lütfi Barkan gibi önemli Müslüman düşünürler tarafından da benimsenmiş ve savunulmuştur.
Bu bakış açısının akademik literatürde genelde benimsendiği görülmektedir. İşte özelde bu tartışma genelde ise vakıf kurumunun amaçlarına yönelik tarihsel çalışmalardaki ilginç bilgiler beni vakıfta amaç unsurunu teorik düzeyde ele almaya ve konunun peşine düşmeye sevketti. Zannediyorum vakfın amacı ile ilgili genel teorik bir zemin oluşturulabilirse, hem zürri vakıfların hem de birbirinden farklı yeni ve eski amaçların meşruiyeti ile ilgili tartışmalarda daha sağlıklı kanaatlere sahip olabiliriz. Burada aradığım soruların bazılarına cevap bulabildim, bazı sorular ise soru olarak kaldı. Çalışma amacın meşruiyeti tartışmasından başladı, dallandı budaklandı ve birbirinden farklı veçhelere evrildi. Vakıf müessesesine bir de bu veçheden bakabilirsek zannederim ki bu müessesenin hukukunu ve tarihini anlamaya dair önümüzde yeni kapılar açılabilir.
Kavramsal Çerçeve
Türkçede daha çok gaye ve amaç, İngilizcede beneficiary, object veya purpose kavramlarıyla karşılanan ‘vakfın menfaatinin lehine tahsis edildiği cihet’i ifade etmek üzere klasik İslam hukuku literatüründe pek çok kavram mevcuttur. Masrif, mahalli masrif, cihet, mevkûfun aleyh, meşrûtun leh, vecih/vücûh, vücûhu’l-birr, cihet-i birr, cihet-i hayr, sebîl/sübül, mürtezika, ehl-i vakf, müstahik gibi kavramlar bunların başlıcalarıdır.
Vakfın Kökeni
İmam Şâfi’den nakledilen; ‘cahiliye Araplarının vakfı (habs) bilmedikleri ve vakfın İslam’a has bir müessese olduğuna’dair ifadeleri çoğu Müslüman ilim insanı tarafından kabul görmüş ve vakıf İslam'a has bir müessese olarak telakki edilmiştir. Vakfın hangi toplumda, ne zaman, nerede ortaya çıktığı tartışmaya açık olmakla beraber göründüğü kadarıyla insanlık tarihinin tanıklık etmiş olduğu ilk vakıf türü toplum lehine tahsis edilmiş ibadet mekânları olmuştur.
İlk Dönem Vakıf Örnekleri: ‘Sadaka’lar
Klasik İslami literatürde Hz. Peygamber (sav), sahâbe ve tâbiin dönemine ait bazı ‘infak’ ve ‘sadaka’lar, ilk vakıf örnekleri olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı İslam tarihinin ilk vakıf numuneleri olarak kabul edilen Hz. Peygamber (sav), sahâbe ve tâbiine ait ‘Sadaka’ların amaç olarak hangi cihetleri ve hangi grupları hedef aldığı sorusu çalışmamız açısından önemlidir.
İslam'ın erken dönemine dair rivayetlerin de ışık tuttuğu gibi ilk dönem Müslümanlarının Allah (cc) yolunda cihat yanında aile bireylerine, fakir ve ihtiyaç sahiplerine, mescit gibi dini mekânların ihtiyaçlarına, belli kamu hizmetlerine yönelik belirli tahsisleri, infakları ve ‹sadaka'ları olmuş, sonraki dönem Müslümanları da bu ‹sadaka'ları vakıf müessesesinin birer nüvesi olarak kabul etmiştir. Aslında bu ilk döneme ait hayır ve sadaka içerikli tasarrufların hepsi aynı nitelikte ve sonradan kazandığı şekil ve yapısıyla tam bir vakıf tasarrufu olmayabilir. Göründüğü kadarıyla bu dönemde sonradan vakıf çatısı altında toplanmış ama mahiyet itibarıyla birbirinden farklı uygulamalar vardı.
Konuya amaç açısından yaklaşıldığında da ilk dönemlerdeki bu hayır faaliyetlerinin hizmet ettiği alanların sonraki dönemlerin de yaygın ve popüler alanları olduğu görülecektir. Ancak vakıf müessesesi gelişip kapsam ve boyut itibarıyla büyüdükçe ilk dönemlerde var olan amaçlara yenileri eklenmiş, İslam toplumlarının sosyal ve ekonomik ihtiyaçları farklı noktalara evrildikçe vakıfların amaçları bu çerçevede büyük bir çeşitliliğe kavuşmuştur. Hatta bir yazarın ifadesiyle Müslümanlar, vakıfları için yeni amaçlar icat etmede o kadar farklı olabilmeyi başarmışlar ki zaman zaman akla zor gelecek yeni amaçlar bulup vakıflarına gaye olarak belirleyebilmişlerdir.
‘Sadaka’dan ‘Vakf’a Geçiş Dönemi
İlk bir buçuk asra dair vakıf tatbikatının ilk örnekleri olan ‘sadaka’ların ne tür amaçları hedef aldığı ile alakalı tespitler genel hatlarıyla yukarıdaki şekliyle tasvir edilebilir. Bu teşekkül aşamasından sonra 2./8. yüzyılın ortalarından başlayarak 4./10. yüzyıl ortalarına kadar vakıf kurumunun gelişim evresini klasik öncesi dönem olarak kabul edebiliriz. İslam hukuk tarihinde vakıfla ilgili tartışmaları bulabildiğimiz en eski kaynaklar bu dönemin ürünüdür. Genel hukuk kaynaklarındaki vakıf bölümleri yanında vakıfla ilgili ilk özel çalışmalar niteliğindeki vakıf monografileri de bu döneme aittir. Bu dönem aynı zamanda ‘sadaka’,‘habs’ ve ‘sebil’ gibi ilk dönem vakıf tatbikatına atıf yapan kavramlardan sonra ‘vakıf’ kavramının da ortaya çıktığı dönemdir. Bu kavram sonraki dönemlerde yerleşik hâle gelecek ve Mâliki Mezhebi’ni benimseyen bölgelerdeki ‘habs’ kavramının tercihi bir yana bırakılacak olursa hemen hemen her yerde yaygınlık kazanacaktır.
Klasik Vakıf Müessesesinin
Bütün Yönleriyle Ortaya Çıkışı
Vakıf müessesesinin gelişimi için 4./ 10. yüzyıl ile 5./11. yüzyılların önemli bir aşamayı teşkil ettiği belirtilebilir. Bu dönem aynı zamanda tarih boyunca vakıfların temel bir amacını teşkil edecek olan eğitim kurumları olan medreselerin vakıf aracılığı ile yaygınlaşmaya başladığı bir döneme tekabül etmektedir.
Hatta diğer kurumlar bir yana bırakılırsa özellikle medreselerin tamamen vakıflara dayalı müesseseler olduğu ve finansmanlarını neredeyse sadece vakıflardan karşılayabildikleri ifade edilebilir.
Medrese ile aynı kökten gelen, az veya çok medreseyi örnek alan ve ciddi bir biçimde 5./11. yüzyılla birlikte yayılmaya başlayan dârülhadisler, dârülkuranlar ve ribat, hankah, zaviye, düveyra gibi adlarla anılan tekke niteliğindeki college’lar da büyük ölçüde vakıf hukuku çerçevesinde kurulup işlerlik kazanan eğitim kurumlarıydı. Siyasi yöneticilerin siyasal meşruiyetin kazanılması ve sürdürülmesi ile vakıf kurma arasındaki sıkı ilişkiyi keşfetmeleri, Şiilik karşısında Sünniliği yayma hususunda bu tür eğitim kurumlarının işlevinin farkedilmesi ve daha da önemisi bu tür eğitim kurumlarının siyasi ve toplumsal düzeni kurma-koruma hususundaki fonksiyonlarının çok iyi bir şekilde değerlendirilmesi sonucunda özellikle yönetici kesimin güçlü destekleriyle tarihsel süreç içerisinde kapsamlı ve geniş yapıda çeşitli eğitim müesseseleri kuruldu. Bu eğitim kurumlarının kendileri bir vakıf olarak kurulurken başta hocaların maaşları ve öğrencilerin masrafları olmak üzere söz konusu kurumlardaki personel ve vakıf giderlerini karşılamak üzere bu vakıf eğitim kurumları lehine gelir getirici vakıflar bağışlanıyordu. Böylece başta medreseler olmak üzere dârülhadis, dârülkuran, tekke gibi birçok eğitim temelli müessese, bu müesseselerin giderleri ve bu müesseselerde öğrenci, hoca veya herhangi bir hizmet alanında hizmet gören personelin giderleri vakıflar aracılığı ile temin ediliyordu. O hâlde başta medreseler olmak üzere dârülkuran, dârülhadis ve tekke gibi eğitim kurumları İslâm’ın klasik çağında vakıfların en önemli amaçlarını teşkil ediyordu.
4./10. ve 5./11. yüzyıllar medrese ve benzeri vakıf eğitim kurumlarının yaygınlaştığı ve aşağı yukarı klasik yapısına kavuştuğu bir dönem olmanın yanında diğer vakıf türlerinin de artık aynı derece yaygınlaştığı ve ileri bir aşamaya evrildiği dönemdir. Nitekim ilgili dönemin Orta Asya Hanefi âlimlerinden Suğdi’nin en-Nutef adlı eserinde kaydettiği şekliyle döneminin vakıflarının tasnifi dikkate alındığında hemen bütün toplumsal altyapı hizmetlerinin vakıf hayır kurumları aracılığıyla giderilmeye başlandığı görülür.
İleriki asırlarda vakıfların ve hizmet ettikleri amaçların çeşitliliği az çok artacak olmakla birlikte Suğdi’nin tablosundaki vakıflar ve hizmet ettikleri amaçlar büyük ölçüde bu çerçevede devamlılığını sürdürecektir. Bu dönem sonrası İslam toplumlarının çeşitli bölgelerinde çeşitli zamanlarında Eyyübiler, Memlükler, Selçuklular ve özellikle Osmanlılar döneminde çok çeşitli ve birbirinden farklı amaçlara yönelik vakıflar kurulacaktır. Özellikle de modern dönemde kademeli olarak devlet, kamu birimleri ve sivil toplum örgütlerinin sorumluluğu altına giren birçok hizmet ve sorumluluk alanının modern dönem öncesinde zengin ve güç sahibi elitler tarafından kurulan vakıflar tarafından karşılandığı dikkate alınırsa bu çeşitliliğin büyüklüğü daha iyi değerlendirilebilecektir.
Bu noktada önemli bir soru gündeme gelmektedir. Vakıfları genelde; “menfaati insanlar lehine olmak üzere (menâfii ibâdullaha ait olmak üzere)” yapılan bir hayır işlemi olarak tanımlayan hukukçular bir vakıfta mutlaka insanların menfaatininin ve yararının bulunmasını şart koşmuştur. O hâlde medrese, mescit, han veya çeşme gibi kurum ve yapılara yönelik kurulan bir vakıf yani amacı bu yapı ve kurumlar olan bir vakıf hangi gerekçeye dayalı olarak meşru kabul edilmektedir?
Vakıflarda genel kural olarak doğrudan insanların amaç olmaları gerekiyorsa da örfe dayalı istihsan ile çeşitli kurum ve kuruluşların vakfın amacı olabileceği kabul edilmiştir. Böyle bir durumda her ne kadar vakfın amacı doğrudan medrese, mescit, han vs. gibi bir yapı olarak tezahür etse de dolaylı bir şekilde bu yapılar yine insanların intifa ve istifadesine bağlı olarak vakfın amacı olabilmektedir. Bu çerçevede hangi kurumların vakfın amacı olabileceğini ise örf tayin etmektedir.
Vakıf kurumların bakım, onarım, günlük ihtiyaçlar gibi giderlerinin yanında bu kurumların işletilebilmesi için idareci, yönetici, denetçi, öğretim görevlisi, imam, müezzin, doktor, kapıcı, temizlikçi, bekçi vs. gibi belli hizmetleri gerçekleştiren personele de ihtiyaç söz konusu olacaktır. Çünkü büyük ve kapsamlı bir kurumsal yapıya bürünmüş bir müessese ancak birçok alanla ilgili personeli barındırmakla işlerliğini devam ettirebilir. Nitekim şart-ı vâkıfın yer vermediği ancak sonradan ihtiyaç konusu olabilecek bazı hizmetlerin yürütülebilmesi için vakıfta yeni bir kadro ihdas etmenin meşru olup olmadığı bu bağlamda tartışılmıştır. Netice itibarıyla kadro ihdasının bir zarurete ve ihtiyaca dayalı olması hâlinde hâkim kararıyla gerçekleştirilebileceği kabul edilmiştir. Buna göre vâkıfın kurmuş olduğu vakfın sonradan çok daha geniş bir kurumsal yapıya evrilmesi beraberinde şart-ı vâkıfın öngörmediği bazı kadro ihdaslarını gerektirmekte böylece vakfın gelirinin sarf edildiği ‘lehtar sınıfı’ da bu yeni kadrolarla genişlemektedir.
Tam da bu sebebe dayalı olarak zengin hayırseverler bir medresenin müderrislerine, bir caminin imam ve müezzinlerine, bir tekkenin hizmetlilerine yönelik vakıf akarlar tahsis ederek bu vakıflarda çalışan personelin maaşlarının temini için bir kaynak oluşturmuşlardır. Bu durumda medrese, mescit, han gibi kurumların doğrudan amaç olması hâlinde akla gelebilecek bahsi geçen hukuki mülahazalar söz konusu değildir çünkü doğrudan gerçek kişiler (ibâdullah) amaç olarak belirlenmiştir. Ancak burada da başka bir hukuki mesele gündeme gelmektedir. Çünkü bu husus vakfın amacı açısından bir ölçüde yeni bir durum ortaya çıkarmış ve artık ancak belli bir iş ve görev karşılığında vakfın gelirinden pay almaya hak kazanan tabiri caizse bir vakıf memuru sınıfı ortaya çıkmıştır. Tabi bu, vakıf hukuku açısından çözülmesi gereken bir mesele olarak hukukçuların gündemine gelmiş ve tartışılmıştır. Bu çerçevede bir nevi sadaka olan ve buna göre hayır amacı lehine sarf edilmesi gereken vakıf gelirlerinin zengin ve ihtiyaç hâlinde bulunmayan vakıf memurlarına hangi hukuki çerçevede verilebileceği, bu memurların vakıf gelirinden aldıkları payın hukuki olarak mahiyet ve niteliği gibi meseleler Hanefi hukukçuları tarafından çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır.
Anlaşıldığı kadarıyla müderris, imam, hatip, doktor vs. gibi vakıf memurlarının vakıf gelirinden aldıkları payın mahiyet ve niteliği büyük ölçüde yaptıkları işin bir karşılığı olarak maaş ve ücret niteliğinde kabul edilmiştir. Ancak bu husustaki hükümler dikkate alındığında bunun bütünüyle bir ücret ve maaş çerçevesinde kurgulanan bir şey olmadığı, bunun yanında vakfın sadaka mahiyetine paralel olarak kısmi bazı farklı özelliklere de sahip olduğu söylenebilir. Kanaatimce Tarsûsi’nin bu konudaki değerlendirmesi vakıaya en yakın olanıdır ve vakıf memurlarının vakıf gelirinden aldıklarının ücret gibi tek boyutlu bir düzlemde açıklanamayacağının güzel bir örneğidir. Mamafih aldıkları ne olarak nitelenirse nitelensin vakıf memurlarının tarih boyunca fakir ve ihtiyaç sahipleri yanında vakıfların en önemli amaç ve lehtar sınıfını teşkil etmiş olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Çünkü özellikle ileri boyutta kurumsal bir yapıya kavuştuktan sonra medrese, tekke, han, ribat vs. gibi her türlü vakıf müessesesinin ancak geniş bir vakıf memuru sınıfıyla bu kurumsal kimliğini devam ettirebileceği açıktır. Tarih boyunca özellikle külliye şeklindeki vakıfların idarecisinden kapıcısına, denetçisinden müderris, imam, doktor ve aşçısına kadar çok geniş bir meslek sınıfını bünyesinde barındırmış olması da bunun en somut göstergesidir.
Teorik Çerçeve
Vakfı iki açıdan ele alıp tanımlamak mümkündür. Vakfın tanımında ‘vakıf kurma muamelesi’ veya ‘vakıf tüzel kişiliği’nden birini dikkate almak suretiyle farklı tariflere ulaşılabilir. Türk hukuk doktrininde her iki tanım türüne de yer verilmesine karşın Hanefi Mezhebi de dâhil İslam hukuku literatüründe genelde ‘vakıf kurma muamelesi’ dikkate alınarak çeşitli tanımların yapıldığı görülür. İslam hukukunda tüzel kişiliğin varlığı meselesi ileride değinileceği üzere tartışmalı bir konu olduğu ve varlığının kabulü varsayılsa bile bunun hukuki tariflere açıkça yansımadığı dikkate alınarak buradaki genel tarif ‘vakıf tüzel kişiliği’ değil ‘vakıf kurma muamelesi’ üzerinden yapılacaktır. Buna göre Hanefi Mezhebi’nin yaklaşımı dikkate alınarak vakıf; Allah’a (cc) yaklaşma amacıyla bir malın aynınının temlik ve temellükten alıkonarak menfaatinin insanların yararına ebedi olarak tasadduk edilmesi şeklinde tanımlanabilir. Bir başka ifadeyle vakıf; hukuki ehliyeti haiz bir şahsın (vâkıf ) belirli nitelikteki malını (mevkûf ) hayır maksadıyla sadakanın ruhuna uygun belli bir amaç lehine (mevkûfun aleyh) ebedi olarak tahsis etmesidir (irade beyanı).
Bu tanımın ortaya koyduğu üzere hukuki olarak bir vakıf tasarrufunun dört unsuru vardır. Buna göre bir vakıf tasarrufunun vücuda gelebilmesi için vakfedecek bir şahsın (vâkıf ), vakfedilecek belirli nitelikteki bir malın (mevkûf ), vakfedilen malın tahsis edileceği belli bir amacın (mevküfun aleyh) ve vâkıfın malını belli amaca tahsis ettiğine dair bir irade beyanının (siga) var olması gerekir. Bu dört unsur’ ve her bir unsurla ilgili meseleler ayrı çalışmaların konusu olabilecek niteliktedir. Ancak kanaatimce bu unsurlar arasında vakfın amacı hususi bir öneme sahiptir ve bu sebeple özel bir akademik ilgiyi hak etmektedir. Çünkü diğer unsurlar adeta amaç unsuruna varlık kazandırmak üzere bir araya gelmekte ve bu unsur vakfın kuruluşundan son buluşuna kadar vakfa esas rengini vermektedir. Amaç unsuru bir anlamda vakfın teşekkülünün ilk sebebini teşkil etmektedir. Vakfın teşekkülünden sonra da amaç, vakfın varlığının ve sürekliliğinin bir nevi teminatı olmakta; amacın varlığıyla vakfın varlığı devam etmekte ortadan kalkmasıyla da vakfın varlığının ortadan kalkması (müstağnen anh vakıf hâline gelmesi) veya varlığının devam edebilmesi için başka bir amacın tayini söz konusu olmaktadır. Yine vakfın idaresi ve idare tarzı da büyük ölçüde vakfın amacına göre şekillenmektedir. Bu bağlamda zürri vakıfların idaresi genelde aile içinden seçilmekte, hayri vakıfların idaresi ise genellikle aile dışından uygun bir kimse olabilmektedir. O hâlde amaç unsurunun vakfın kuruluşundan son buluşuna kadar bir anlamda vakıf müessesesinin ruhuna yön verdiği ifade edilebilir. Bundan dolayı vakfın amaç unsuruna yönelik hukuki bir tahlil sadece Hanefi Mezhebi’nde vakfın amacına yönelik hukuki tasavvuru ortaya koymakla kalmayacak bunun yanında vakfın bir müessese olarak daha iyi anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.
Daha önce de ifade edildiği gibi bu çalışmanın odak noktası vakfın amacıdır. Ancak vakfın amacı denince biri subjektif diğeri de objektif olmak üzere iki ayrı anlam akla gelmektedir. Subjektif anlamıyla amaç kavramı vâkıfın vakıf tasarrufuyla ulaşmak istediği asıl gayeyi yani Allah’a yaklaşma iradesini ifade ederken -ki fıkıh terminolojisinde buna kurbet kastı denilmektedir-objektif anlamıyla amaç ise malların kendi lehine tahsis edildiği kişi/kişileri veya hizmet alanı/alanlarını (mevkûfun aleyh, cihet) belirtmektedir. Birinci anlamda amaç, kişinin vakıf kurmadaki niyetiyle ilişkili olması nedeniyle subjektif bir karakter arz ederken ikinci anlamda amaç, vakıf mallarının tahsis edildiği cihet manasına atıf yapmakta ve söz konusu cihetin somut varlığına dayalı olarak objektif, gözlenebilir, bilinebilir bir karakter arz etmektedir. Mamafih ikinci anlamıyla amacın mahiyeti ve karakteri bir vakfın kuruluş niyetini de büyük ölçüde tezahür ettirmektedir. Buna göre bir vakfın hem subjektif anlamda hem de objektif anlamdaki amacı birbiri ile yakın ilişki içerisindedir ve tabiri caizse ‘niyetle’‘cihet’ arasında çok yakın bir alaka vardır. Bununla birlikte bu çalışma vakıfta amacın ikinci anlamıyla ilgilidir ve objektif, bilinebilir, gözlemlenebilir ve üzerinde konuşulabilir özellikleriyle vakıf menfaatinin lehine tahsis edildiği amaca odaklanmaktadır.
Burada hemen belirtmek gerekir ki bu çalışmada ele alınan konuların bir kısmı ‘vakıf kurma muamelesi’ bir kısmı ise ‘teşekkül etmiş bir müessese olarak vakıf’ ile ilgili meselelerdir. Her iki hukuki durumda vakfın amacıyla ilgili ortaya çıkabilecek temel hukuki soru ve meseleler tahlili bir şekilde ele alınacaktır. Öncelikle ilk bölümde vakfın hukuki tanımları Türk hukuk doktrini, İslam hukuk mezhepleri ve Hanefi Mezhebi bağlamında ortaya konularak bu tanımlarda ve bu tanımlara göre vakıfta amaç unsurunun yeri belirlenmeye çalışılacaktır. Bu bölüm aynı zamanda sonraki bölümlerde Hanefi Mezhebi özelinde tartışılacak meselelerin genel bir bağlamını da vermeyi hedeflemektedir. İkinci Bölüm ‘vakıf kurma muamelesinde’ vakfın amacını belirlerken dikkate alınacak ve alınması gereken esasları ortaya koymaktadır. Hanefi Mezhebi’ne göre bir vakfın meşru ve geçerli olarak tesis edilebilmesi vakıf amacının yeteri kadar belli, kesintiye uğraması zor (ebedi), sadakanın ruhuna uygun olması yanında en az bir veya daha fazla amacın var olmasına bağlıdır. Amaçla ilgili bütün bu kayıtların ayrıntılı tartışmaları bu bölümde yapılacaktır. Burada aynı zamanda vâkıfın, vakfın amacını belirleme hususunda geniş bir özgürlük alanına sahip olduğu ortaya konacak fakat bu özgürlük alanının da mutlak değil belli hukuki ilkelerle kayıtlı olduğu ifade edilerek amaçla ilgili ortaya çıkan sınırlamalara yer verilecektir. Bu hususla yakından irtibatlı olarak da Hanefi Mezhebi içinde meşruiyeti ihtilaflı olan amaçlar söz konusu edilecek ve bunların vakfın amacı hususunda bir sınırlama olarak görülebilip görülemeyeceği tartışılacaktır. Bir sonraki kısımda ise vakıf kurarken belirlenen amacın kapsamı ile ilgili ortaya çıkabilecek bazı örnek tartışmalara yer verilecektir. Üçüncü Bölüm ise bir önceki bölümün aksine ‘teşekkül etmiş bir müessese’ olarak vakıfta amaç unsuruna yaklaşacak ve bu aşamada söz konusu edilebilecek hukuki meseleleri irdeleyecektir. Bu bölümde odak merkezini amaç kapsamındaki lehtar sınıfı oluşturacaktır. Bu çerçevede vakfın kuruluş anından itibaren vakfın amacı ile ilgili ortaya çıkabilecek temel hukuki meseleler sırayla vakıf lehtarının taayyünü, lehtarın vakıf mülkiyeti ile ilişkisi, lehtarın kabul veya reddi, lehtarın kabzı ve lehtarın vakıftan yararlanması şeklinde ele alınacaktır. Bu başlıklar altında vakfa amaç olarak belirlenip bu amacın kapsamına dâhil olan lehtarların ne zaman vakıf gelirine hak kazanacakları, vakfın mülkiyeti ile ilişkileri, lehtarlığı kabul edip etmeme durumları ve bunun ortaya çıkardığı hukuki sonuçlar, vakıf işleminin geçerli olması için lehtarlar tarafından kabzının gerekip gerekmediği ve gerekirse ne şekilde gerçekleşeceği ve vakıftan yararlanma şekilleri ele alınmaya çalışılacaktır.
'Bütün bu meseleler tartışılırken vakfın sadaka karakterine vurgu yapılacaktır.’ Vakfın sadaka boyutu bu çalışmanın aslında teorik çerçevesinin teşekkülü hususunda önemli bir role sahiptir. Daha önce de değinildiği üzere çalışmanın ortaya çıkmasında çağdaş dönem literatüründe amaç eksenli bir ayrım olan zürri ve hayri vakıf tasnifi ile ilgili tartışmaların tesiri önemlidir. Bu çalışmalar içerisinde özelde zürri vakıflar genelde ise bazen bütün bir vakıf sistemi şer’i mirasın taksiminden kaçma ve müsadereden kurtulma gibi hukuki bir hilenin ürünü olarak gösterilir. Hâlbuki özellikle Hanefi Mezhebi’nin yaklaşımı gözden geçirildiğinde vakfın bir sadaka olarak kabul edildiği ve doğal olarak vakıfların amaçlarının sadakanın ruhuna uygun amaçlar olması gerektiğinin benimsendiği görülecektir. Bu kabulün çalışma içerisinde birçok yansıması ilk bakışta göze çarpacaktır. Ama bence bu anlayışın en önemli tesiri, vakıf gibi yukarıda bahsi geçen farklı hileli amaçlar için kullanılmaya müsait bir kurumu asırlarca bir hayır kurumu olarak tutabilmesinde yatar. Bence vakıf kurumunu domine eden bu sadaka boyutu aynı zamanda vakıfların amaçlarını da ciddi şekilde belirlemiştir.
Bu çalışma boyunca konuların ele alınmasında hukuki perspektif ön planda olmakla birlikte gerekli yerlerde konuyla ilgili tarihsel verilere de ikincil literatüre dayalı olarak yer verilmeye çalışılacaktır. Konu genel olarak Hanefi Mezhebi sınırları dâhilinde ele alınacak diğer mezheplerin görüşlerine sadece ihtiyaç hâlinde ve belli bir bağlamı ortaya koyma maksadıyla yer verilecektir. S.1-37