Geçen sayı da ifade edildiği gibi, fitne; dilde, yabancı maddelerden arıtmak için altını ateşe sokmaktır. Sınama, imtihan etme, işkence; ayrıca musibet, belâ, günah, fesat mânalarına gelebilir. Şirki ve dinsizliği yaymak, dinden döndürmek, Allah’ın haramlarını çiğnemek, asayişi bozmak, vatandan çıkarmak birer fitnedir. Müslümanlar için imtihana sebep olan her şey fitne sayılır.(40) Din dolayısıyla baskı ölümden beterdir. “Fitne katlden beterdir.” Yani onların sizi zorladıkları ve böylelikle küfre dönmenizi arzuladıkları fitne, öldürmekten daha ağırdır. Zorla vatan çıkarılmak, ölümü temenni etmekte daha eşeddir. Mücâhid der ki: Yani mü’min için öldürülmek, (fitneden) daha kolaydır. Öldürülmek onun için fitneden daha hafif gelir.
Başkaları ise şöyle demektedir: Yani kâfirlerin Allah’a ortak koşmaları, O’nu inkâr etmeleri, onların sizleri kendisi sebebiyle ayıpladıkları öldürmekten daha büyük ve daha ağır bir suçtur.(41) Bu âyette; hak dinden döndürmek için işkence etmek mânasınadır. Mekke müşrikleri, ashabdan bazılarına hürmetli aylarda işkence etmişler, onlar da dayanıp şehid olmuşlardı. Bu âyet, böyle bir işkencenin, hürmetli aylara riayet edip etmemeden daha mühim olduğu gerekçesiyle, işkenceyi durdurmak için savaş ilanına cevaz vermiştir. Bu âyet-i kerime, haram aylardan olan Receb’in son gününde Vâkid b. Abdullah et-Temimî tarafından öldürülen Amr b. el-Hadramî hakkında nazil olmuştur.(42) Nüzul sebebi özel ise de, hüküm geneldir.
İmam Kurtubî (rha) bu âyetin tefsirinde şunları kaydediyor: “ Bu âyet-i kerime hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Birinci görüşe göre bu âyet, neshedilmiştir, ikinci görüşe göre bu âyet muhkem bir âyettir. Mücâhid der ki: Âyet muhkemdir. Bizzat kendisi savaşmaya başlamadıkça Mescid-i Haram yakınlarında hiçbir kimseyle savaşmak câiz değildir. Tavus da bu görüştedir. Âyetin nassı da bunu gerektirmektedir. Konu ile ilgili iki görüşten sahih olanı da budur. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de budur.
Katâde ise; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyeti ile neshedilmiştir, demektedir: “Haram aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün.”(43) Mukâtil de der ki: Bunu yüce Allah’ın: “Onları nerede bulursanız öldürünüz”(44) âyeti neshetmiştir. Daha sonra bu yüce Allah’ın: “Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz”(45) âyeti ile neshedilmiştir. Buna göre Harem bölgesi içerisinde savaşa önce başlamak caizdir.
Bu görüşü savunanların gösterdikleri delillerden birisi de Tevbe Sûresi’-nin Bakara Sûresi’nden iki yıl sonra nazil olması ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın başında miğferi bulunduğu halde Mekke’ye girmesi de vardır. Ona: İbn Hatal Ka’be’nin örtülerine yapışmıştır, denildiği halde “Onu öldürünüz” diye emir buyurmuştur.(46)
İbn Huveyzimendad (rha) der ki: “Mescid-i Haram’ın yanında onlarla savaşmayınız” âyeti neshedilmiştir. Çünkü icma ile şu hüküm kabul edilmiştir: Bir düşman Mekke’yi istila edip; ben sizinle savaşacağım, hac etmenizi engelleyeceğim ve Mekke’den de ayrılmayacağım, diyecek olursa isterse savaşa başlayan taraf o olmasın, onunla savaşmak farz olur. Bu bakımdan Mekke ile başka beldeler arasında hiçbir fark yoktur. Onun hakkında söylenen şudur: Orayı ta’zim etmek üzere Mekke haram bir bölgedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Mekke’nin fethedildiği gün Halid b. Velid’i gönderip ona: «Safa'da benimle karşılaşıncaya kadar kılıçla onları iyice biç» dediğine dikkat edilmez mi? Nihayet (amcası) Hazret-i Abbas gelip: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Kureyş yokolup gitti, artık bu günden sonra Kureyş kalmayacaktır.” Sahih-i Müslim’de bu emrin bütün Fetih ordusuna verildiği ve Hazret-i Peygamber’e gelip “Kureyş yok olup gitti...” diyenin Hazret-i Abbâs değil, Ebû Süfyân olduğu belirtilmektedir.(47) Diğer taraftan Hazret-i Peygamber’in Mekke’nin ta’zimi ile ilgili olarak şöyle dediğine bakmak gerek: “Oranın lukatası (yitiği)nı, ilan ederek sahibini arayacak kimse dışında alamaz.”(48) Hâlbuki Mekke’de olsun başka yerde olsun lukatanın alınması hüküm itibariyle farklı değildir. Diğer taraftan bu âyet-i kerimenin yüce Allah’ın: “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşınız”(49) âyeti ile neshedilmiş olması da mümkündür.
İbnu'l-Arabî (rha) der ki: “Beytü’l Makdis’te -Allah onu ak pak etsin- Ebû Ukbe el-Hanefî’nin medresesinde bulunuyordum. Kadı ez-Zincanî cuma gününde bize ders veriyordu. Bizler bu vaziyette iken yanımıza görünüşü güzel fakat sırtında eski püskü elbiseler bulunan birisi giriverdi. İlim adamlarına yakışır bir şekilde selam verdi, meclisin üst tarafında âdeta çobanların cübbelerine benzer cübbesiyle oturuverdi. Kadı ez-Zincanî: Bu muhterem kimdir diye sorunca şu cevabı verdi: Dün soyguncular tarafından malı talan edilmiş birisi. Bu Harem-i Mukaddes’e gelmek istiyordum. Ben Sağanlı ilim talebesi olan birisiyim. Kadı hemen -ilim adamlarına soru sormak suretiyle ikramda bulunmak âdetine uygun olarak-: Ona bir soru sorunuz, dedi. Kur’a sonucu: Kâfir Harem’e sığındığı takdirde öldürülür mü öldürülmez mi mes’elesi soruldu. Öldürülmeyeceğine dair fetva verdi. Ona: Delilin nedir? diye sorulunca yüce Allah’ın: “Onlar orada sizinle savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram’in yanında onlarla savaşmayınız” âyetidir. Bu âyet hem “onları öldürmeyiniz hem de onlarla savaşmayınız” anlamına gelecek şekilde okunmuştur. Eğer “onları öldürmeyiniz” şeklindeki okuyuşu esas alırsak mes’elede açık nass vardır, demektir. Şayet onlarla savaşmayınız diye okursak konu ile ilgili olarak dikkat çekilmektedir demektir. Çünkü öldürmenin sebebi olan savaş yasaklandığına göre bu, öldürmenin yasaklandığının açık bir delili demektir. Kadı görüşlerini kabul etmemekle birlikte Şâfiî ve Mâlikî mezhebinin görüşlerini desteklemek üzere -adet olduğu gibi- bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: “Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz”(50) âyetiyle neshedilmiştir, deyince Sağanlı misafir ona şöyle dedi: Bu sayın kadı'nın işgal ettiği makama ve ilmine yakışmaz. Bize karşı itiraz diye ileri sürdüğünüz âyet-i kerîme bütün yerlere dair umumî bir âyet-i kerimedir. Benim delil diye ileri sürdüğüm âyet-i kerîme ise hastır (bu özel durumla ilgilidir), hiçbir kimse umum ifade eden hüküm, husus ifade eden hükmü nesheder diyemez. Kadı ez-Zincanî bu cevap karşısında şaşırdı. İşte bu da gerçekten çok harika sözlerden birisidir.”
İbnu'l-Arabî (rha) der ki: “Kâfir Mescid-i Haram’a sığınacak olursa ona ilişmeye yol bulunamaz, çünkü bu konuda hem âyetin nassı vardır, hem de orada savaşmayı yasaklayan sabit bir sünnet. Zina eden ve katile gelince; ona haddin uygulanması kaçınılmaz birşeydir. Şu kadar var ki kâfir (Mescid-i Haram’da olmakla birlikte) önce o savaşa başlayacak olursa Kur’ân nassı gereğince öldürülür.(51)
Derim ki: İbn Hatal’ın ve benzerlerinin öldürülmesini delil diye gösterenlere gelince bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü bu Mekke’nin dar-ı harb ve dar-ı küfür olduğu bir vakitte Hazret-i Peygamber’e helal kılındığı bir zamanda olmuştur. Bu dönemde Hazret-i Peygamber, kendisine Savaşın helal kılındığı o saatte Mekke halkından dilediği kimsenin kanını dökebilirdi. Böylelikle birinci görüşün daha sahih olduğu açıkça ortaya çıkmış ve sabit olmuş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
(İslâm devlet başkanı olan) imama karşı ayaklanan ile kâfir arasındaki fark vardır:Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede İmâma (İslâm devlet başkanına) karşı ayaklananın kâfirden farklı olduğuna dair bir delil vardır. Kâfir savaşa giriştiği takdirde her durumda öldürülür. Ayaklanan kimse (bağî) ise, savaştığı takdirde savunma niyetiyle ona karşı savaşılır. Geri kaçan takip edilmez, yaralıların işi bitirilmez.”(52)
“Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün!” hükmüne göre bütün mekânlarda İslâm düşmanlarını öldürmenin mubah olduğu, bir sakıncasının bulunmadığı ifade edilmiş ise de bize (Hanefîlere) göre haram aylarda savaşılır. Ancak onlar savaş ve saldırıyı ilk başlatan olurlarsa biz de hemen onlarla savaşırız ve saldırırız. Bunun Harem dâhilinde olup olmaması fark etmez.
Ancak, “Onlar Mescit-i Haram’da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın” kavlinde özellikle Harem’in söz konusu edilmesi ve burada savaşa başlama izni, ilk saldırının ve savaşın onlar tarafından başlatılması hâlinde biz de ayniyle karşılık veririz. Nitekim “Şerhu'l-Te’vilat” eserinde de böyledir.(53) Bu âyet-i kerime; bize karşı savaşanlarla savaşmamızın Allah’ın emri olduğuna delalet etmektedir. Aynı zamanda bu âyet-i kerime, bize karşı savaşmayanlarla savaşmaktan da bizi menediyor.(54)
Tefsirini öğrenmeye çalıştığımız bu âyetler, bize Mekkî toplumlarda usul ve minhac öğretmektedir. Gerçekten Rasûl-i Ekrem (sav) ‘ın ve beraberindeki bir avuç Müslümanın on üç yıllık Mekke dönemini zindana çeviren, onlara etmediğini bırakmayan ve nihâyet on üçüncü yılın sonunda vatanlarını terk etmeye zorlayan bu kâfirlere karşı ne yapılacağını anlatan bir âyet. Öz vatanlarını terk etmiş, Medine gibi bir yurda kavuşmuş Müslümanlar, yavaş yavaş savaşla karşı karşıya kaldılar. Ama Müslümanların bu savaş emriyle karşı karşıya kalmaları pek de kolay olmadı. Gerçi bu Müslümanlar savaş istiyorlardı. Ama tam rahat bir nefes alabilme imkânına kavuştukları bir anda birdenbire böyle bir savaş emri verilince de şöyle bir durakladılar. Fakat durumları ne olursa olsun, Müslümanlar üzerine sürekli hücumlarını sürdüren, Allah’ın otoritesini ve Müslümanların yeryüzünde varlığını hazmedemeyen bu kâfirlerle de mutlaka savaşılması gerekiyordu. Savaş kaçınılmazdı.
Bazen bu savaş plan ve programları, kâfirlerin de kutsal kabul ettikleri bazı gün ve gecelere de rastlıyordu. Yahut onlar kendileri dururken Müslümanların kendilerine taarruzlarına pek iyi gözle bakmıyorlar ve aleyhte yaptıkları propagandalarla Müslümanların savaşçı bir özelliğe sahip olduklarını, savaşın dışında bir şey düşünmediklerini, fırsat bulurlarsa kendilerinin hepsinin hakkından gelip, tamamını keseceklerini söyleyerek yaygara koparıyorlardı. Allahu Teâlâ bunların yaygaralarına bakmayın! Hiç kulak asmayın! Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler siz onları dinlemeyin! Ve onları nerede bulursanız öldürün! Ve onların sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından çıkarın ve dünyayı onlara zindan edin! Buyurdu. E bu, bu kadar sertleşmek birden bire neden oldu? Çünkü:
“Fitne katilden beterdir.”
Çünkü bu adamlar yeryüzünde egemenliklerini devam ettirdikleri sürece, yeryüzünde “Rabbim Allah!” demeye dahi kimseye müsaade etmeyecekler. Suçları sadece 'Rabbim Allah!' demek olan, bunun dışında hiçbir günahı olmayan insanlara hayat hakkı tanımayan bu adamlara karşı Rabbimiz çok net bir emir hitabıyla Müslümanlara, onlara hayır tanımamalarını, aman vermemelerini ve buldukları yerde onları öldürmelerini ve fırsat buldukları zaman da Mekke’yi fethedip onları oradan sürmelerini emrediyor.
Fitne nedir öyleyse? Biraz önce dediğimize bir tanım getirecek olursak fitne, yeryüzünde İslâm’ın duyurulmasına, İslâm’ın tebliğine engel olan her tavır ve karardır. Yeryüzünde, Allah’ın arzında, Allah’ın mülkünde, Allah’ın kullarına, Allah’ın dini çok rahat bir şekilde götürülmelidir. Hal böyleyken Allah’ın mülkünde Allah’ın dinine hayat hakkı tanımayan, Allah’ın dininin Allah’ın kullarına götürülmesine engel olan tüm tavırlar, kararlar birer fitnedirler. İslâm’ın önüne ve yerine geçsin diye icad edilmiş bütün ideolojiler birer fitnedirler.
İslâm’ın hâkimiyetine, yürürlükte kalıp hükmetmesine karşı çıkmak, başlı başına bir fitnedir. Dünya üzerindeki bugünün tüm kâfirleri gerek bilgi planında, gerek kültür planında, gerek ekonomik ve siyasal planda İslâm’ın, Kur'ân’ın ve Peygamberin gündeme gelmemesi için en son güçlerine varıncaya kadar engel olmaya çalışıyorlarsa işte bu en büyük fitnedir. Bu işi yapanlar da harbi ve mürted kâfirlerdir.
Bunlara karşı Müslümanların güç ve kuvvete sahip oldukları bir savaş başlatıp, onların boyunlarını kırmak zorundadırlar ki; Müslümanlar güç ve kuvvete sahip olmadıkları sürece zaten onlar Müslümanların boyunlarını kırıyorlar, eziyorlar ve Müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar. Müslümanlara hâkim oldukları zaman savaş hakkında iyi kötü hiç bir şey söylemezler. Hatta savaş gereklidir derler, savaşın kutsallığından ve kaçınılmazlığından bahsederler. Kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki hâkimiyetleri devam ettiği sürece savaşın çok iyi bir yol olduğu propogandasını yayarlar ama bir gün devran döner, Müslümanlara karşı tavırlarında gevşeme olur, kendilerinin yavaş yavaş çöküşleri başlar ve Müslümanların onlara hücuma geçtiklerini gördükleri zaman da çığırtkanlık yapmaya başlarlar. Efendim! Müslümanlar adam öldürüyorlar! Müslümanlar can alıyorlar! Müslümanlar teröristtirler! Müslümanlar hayata karşıdırlar! Müslümanlar şöyle, müslümanlar böyle! Başlıyorlar yaygara yapmaya.
Meselâ şu anda dünya üzerinde elli yıldır yüz üzerinden yüz kere katillik yapan Amerika, bugün dünyada barış havarisi ama buna karşılık mazlum Filistin halkı teröristtir. Bunun sebebi işte aynen buradaki anlayıştır.
Yıllardır yurtlarından çıkarılmış, ezilmiş, hor görülmüş, nerede bulunurlarsa öldürülmüş bu müslümanlar, birdenbire yavaş yavaş biz de bizi öldürenleri öldürürüz! Demeye başlayınca bu müslümanlar yeryüzünün en terörist, en bedbaht, en şaki en kötü insanları haline getirilivermiştir. Halbuki şu anda yeryüzündeki en büyük kıtal hadiselerinin baş sorumlusu olan Amerika, ama yeryüzünde barışın, insanlığın, özgürlüğün, adâletin havarisi kesilen yine Amerika.
Biraz daha ileri gidip, müslümanlar biraz daha güçlenip dünyanın her tarafındaki kâfirleri sıkıştırmaya başladıkları an artık kâfirler başlayacaklar yaygaraya. Bu müslümanlar şöyledir, bu müslümanlar böyledir, haddi zatında İslâm savaş dinidir, savaştan başka bir şey bilmez bunlar gibi sözlerle müslümanları mahkûm ederek daha kötü bir konuma sokmaya çalışacaklardır.
Ama bilin ki müslümanlar haram aylarda da öldürseler, Kâbe’-nin avlusunda da öldürseler, yahut dünyanın herhangi bir bölgesinde kâfirler kendilerine saldırmadan bu müslümanlar onlara hücum ederek onları öldürseler de bu konuda müslümanlar yerden göğe kadar haklıdırlar. Çünkü kâfirlerin yeryüzünde, Allah’ın mülkünde, Allah’ın arzında İslâm’ın yayılmasına, Allah’ın arzında Allah’ın dininin duyurulmasına, İslâm’ın yayılmasına, Allah mülkünde Allah dininin gündeme gelmesine engel olmaları kıtalden daha beterdir, savaştan çok daha kötü bir şeydir diyor Rabbimiz.
Bu yüzden hiçbir zaman müslümanlar bu konuda komplekse kapılmamalıdır. Efendim İslâm savaş dini değilmiş, barış diniymiş, esasında müslümanlar savaş filan yapmamışlar da işte kendilerine savaş açanlara karşı müdafa savaşı yapmıştırlar gibi komplekslere girip de İslâm’ı olduğundan farklı görmelerine, göstermelerine gerek yoktur. Allah’ın Rasulü Medine’de kendisine savaş emri verildiği andan itibaren giydiği zırhını hayatının sonuna kadar bir daha üzerinden hiç çıkarmamıştır.
Hattâ vefatı esnasında bile ordu hazırdır, Suriye taraflarına gidecektir ve ordunun kumandanı da Hz. Üsame’dir. Dikkat ediyor musunuz vefat ederken bile cihadı ihmal etmeyen böyle bir peygamberin, böyle bir dirilik yasasının, böyle bir canlılık dininin arkasından bugün kâfirlerin bizi pasifize etmek için zaten 'İslâm barış dinidir, savaş dini değildir' gibi, bazen 'İslâm sulh taraftarıdır, siz neye savaş istiyorsunuz' diyerek, bazen 'İslâm barbarlık dinidir, siz bundan vazgeçin!' gibi şeytani yollarla bizi can evimizden vurma eylemlerine karşı bizler bu konudaki tavrımızı iyi gösterip, Rabbimiz bizden ne istiyorsa onunla ortaya çıkmak zorundayız. Ve bilelim ki İslâm’ın duyurulmasına engel olan her davranış katillikten daha beterdir, müslümanların çekinmeden bunu bertaraf etmek için öldürmeleri gerekmektedir.
“Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında harp etmedikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp ederlerse siz de onlarla harp edin.”
Mescid-i Haram’da öldürmek yoktur, çünkü Rabbimiz orasını emniyet mahalli kılmıştır. Rabbimiz, -daha önce âyeti görmüştük- Hz. İbrahim’in duasını kabul buyurarak bu beldeyi emniyetli bir belde kılmıştı.
“Biz Kâbe’yi insanlar için sevap yeri ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık.”(55)
“Kim ona sığınırsa emniyettedir.”(56)
Evet, Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak yasaktır. İbn Abbâs’tan gelen sahih rivâyette Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethedildiği günde şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki bu şehri Allah gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmıştır. O bakımdan bu şehir yüce Allah’ın haram kılmasıyla kıyâmet gününe kadar haram bir şehirdir. Bu şehirde benden önce hiçbir kimseye savaşmak helal kılınmamıştır. Bana da ancak bir günün kısacık bir anında helal kılınmıştır. Artık orası Allah’ın haram kılması ile Kıyâmet gününe kadar haramdır.”(57)
Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri ışığında İslâm adına yapılan ve yürütülen çalışmalar incelendiğinde görülecektir ki; İslâm topraklarında müstevli harbi ve mürtedlerin iradelerini ve idarelerini ortadan kaldırmaya, işgal ve istilâlarını sonlandırıp Müslümanların topraklarını, keyfî, küfrî ve cebrî kanunlardan, ideolojilerden arındırmayı ve beşikten mezara kadar ferd, aile, cemiyet ve devlet seviyesinde İslâm’ı yegâne amir yapıp tatbik etmeyi hedef ve gaye haline getirmeyen hiçbir hareket, meşreb, meslek ve medrese İslâmî değildir.
Müslümanlar Mekke’de Allah’ın (cc) takdir ettiği hikmete bağlı olarak savaşmaktan alıkonulmuşlardı. Biz bu hikmetin aslında hesapsız ve sayısız sebeplerinin bazılarını sınırlı insani ölçülerimizle kavrayabiliyoruz.Bu alıkoymanın bizim görebildiğimiz ilk sebebi, Müslümanları sabırlı olmaya, emir dinlemeye, başa bağlılığa ve izin çıkmasını beklemeye alıştırma amacı idi. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal insanlardı. İlk savaş çağrısına hemen karşılık verirler, haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi. Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu büyük görev sözkonusu psikolojik eğilimlerin denetim altına alınmasını; bu davranışların, ilerisi için plânlar hazırlayan ve önlemler alan, plânlarına ve önlemlerine uyulan bir liderlik mekanizmasına boyun eğmelerini; hatta bu plânlar ve önlemler, yaygaralı bir savaş çağrısı karşısında hemen parlamaya, ateşlenmeye ve heyecana kapılmaya alışkın olan sinir sisteminin eğilimlerine ters düşse bile disipline uymalarını gerektiriyordu.Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz. Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza b. Abdülmuttalib gibi delikanlı ve bu ikisi gibi daha nice sert mizaçlı ilk müminler, küçücük Müslüman toplumun uğramış olduğu zulümler karşısında sabredebilmişler, sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) emir beklemeyi içlerine sindirebilmişler ve kendilerine “Ellerinizi savaştan çekiniz, namazı kılınız, oruç tutunuz” direktifini veren yüce komutanlığın emrine uyabilmişlerdi. Böylece büyük bir misyonu üstlenmeye hazırlanan bu insanların vicdanlarında çabuk parlama ile soğukkanlılık, ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge kurulmuş oluyordu.
Mekke döneminde müslümanların savaştan alıkonulmalarına bizim gözlemlerimize göre gerekçe olan ikinci sebep de şudur: Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün bir toplum idi. Bundan dolayı aralarında uğradıkları baskılara kendilerine yapılanın iki misliyle karşılık verebilecek kimseler olduğu halde, müslümanların maruz kaldıkları eziyetlere karşı sabretmeleri, henüz müslüman olmamış olan Arapların kalplerindeki onur ve haysiyet duygusunu uyandırıcı, onları İslâm’a yaklaştırıcı bir faktör oluşturuyordu. Nitekim Kureyşliler tarafından Haşimioğulları’nın Ebu Talip kolu hakkında, Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) korumaktan vazgeçsinler diye boykot kararı alındığında bu faktör fiilen etkili oldu, Haşimoğulları’na uygulanan baskı ağırlaşınca Arapların vicdanlarındaki onur ve zayıftan yana olma duygusu uyanıverdi. Bunun üzerine boykot kararını öngören antlaşma belgesi yırtıldı ve sözünü ettiğimiz duygunun etkisiyle Ebu Talip ile çevresine yönelik boykot eylemi sona erdi. Zaten İslâm cemaatinin lider kadrosu uğranılan zulümlere karşı koymaktan kaçınma plânı ile bu sonucu gözetiyordu. Bunun böyle olduğunu İslâm tarihinin o dönemdeki olaylar zincirini hareketli bir sosyal akım olarak incelediğimiz zaman anlayabiliriz.
Mekke döneminde müslümanları savaştan sakındırmanın bir başka gerekçesi de şudur: İslâm, her evi birer kanlı savaş alanına çevirmek istemiyordu. Çünkü o günkü müslümanların herbiri Mekkeli müşrik ailelerin birer üyesiydi. Müslüman olan çocuklarına eziyet edenler, onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar da içinde müslüman fertler bulunan müşrik ailelerdi. Henüz ortada bu eziyetleri genel plânda koordine edecek ortak bir otorite yoktu. Buna göre eğer o gün Müslümanlara kendilerini savunma izni verilmiş olsàydı, bu iznin anlamı her evin bir savaş alanına dönüşmesi, her ailede kan dökülmesi demek olurdu. Bu da o günkü Arap toplumunun, İslâm’ı aileleri parçalayan ve onları içinden kundaklayan bir çağrı olarak algılamalarına yol açardı. Hicretten sonrasına gelince Müslüman cemaat bu dönemde Mekke’de kendisine karşı ordu hazırlayıp saldırı düzenleyen başka bir otorite ile karşı karşıya gelmiş bağımsız bir güç birimine dönüşmüştü. Bu da Mekke’de geçerli olan her Müslümanın ailesi içindeki bireysel konumundan farklı bir konumdu. İşte Mekke döneminde Müslümanları kendilerine yönelik eziyetlere ve baskılara karşı koymaktan alıkoymanın hikmetinin ardında saklı duran ve ilk akla gelen bazı sebepler bunlardı. Bir de şunu ekleyebiliriz: O zaman Müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke’de kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer belli bir askeri karargâhın komutası altında toplu olarak müşriklerle savaşa girselerdi, toplu kıyıma uğrayabilirlerdi. Bu yüzden yüce Allah onların çoğalmalarını ve güvenli bir üsse yerleşmelerini sağladı ve kendilerine savaşma iznini bundan sonra verdi.Bu sebeplerin hangisi geçerli ve ağırlıklı olursa olsun, savaş hükümleri, o günden sonra İslâmî hareketin önce Arap yarımadasındaki şartları uyarınca, daha sonra da yarımada dışındaki şartlara paralel olarak gitgide tırmanan tedrici bir gelişim çizgisi izlemiştir. Okuduğumuz bu ilk inen ayetler, iki ana cephe arasındaki, yani İslâm cephesi ile müşrik cephesi arasındaki çatışmanın ilk günlerdeki durumuna uygun bazı hükümleri içeriyordu. Bu ayetler aynı zamanda genel anlamda savaşla ilgili bazı değişmez hükümleri de yansıtıyordu.
İslâm, kendisinden sonraki insan hayatının temeli, bütün insanlık için geçerli olacak ortak yaşam tarzı olmak üzere geldi. İslâm ümmeti, bu hayat metodu uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu hayat metodu, gerek varlık âleminin ve gerekse insan varoluşunun amacını içeren yaygın ve eksiksiz düşünce sisteminden kaynaklanmıştır. Bu amacı, yüce Allah tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerim bize açıklıyor. Bu ümmet, insanlığı, bütün cahiliye sistemlerinde eşi olmayan bir hayra doğru yöneltecek ancak bu sistemin ışığı altında ulaşabileceği bir düzeye yükseltecek, onu başka eşi olmayan böyle bir nimete erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca bütün başarı ve kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen saldırganın eline bu hayır kaynağından yoksun kalmaktan, yüce Allah’ın bu hayır kaynağı için dilediği yükselme, temizlik, mutluluk ve kemal ile insanların arasına girmekten mahrum kalma dışında birşey geçmez. Bundan dolayı bu cihanşümul ilâhi sistemin çağrısının kendisine ulaşması, bu çağrının önüne şu ya da bu şekilde hiçbir engelin, hiçbir otoritenin dikilmemesi insanlığın ortak hakkıdır.(58)
Müslümanların müstevli harbi ve mürtedlerden gelen saldırılara karşı Hakka tutunarak ve hukuk zeminde kalarak karşı koymaları, haksız saldırıları kendilerinden ve başkalarından uzaklaştırmak amacıyla harekete geçmeleri imanlarının bir gereğidir. Dinimize, insanlığımıza, Müslümanlığımıza, ahkâm-ı şer’iyyeye mesken olması gereken vatanımıza karşı başlatılan her saldırı, gerçekleştirilen her istilâ ve işgal, katl olunmaktan daha büyük bir fitnedir. Bu fitneden eser kalmayıncaya ve hayata hükmeden de tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar cihad ve kıtalde bulunmak, Rabbimizin emridir.
Müslümanlar sayılarının çokluğu ile zafer kazanmadıklarını biliyorlardı. Çünkü sayıları azdı. Ayrıca silâh ve teçhizat üstünlükleri sayesinde de zafer kazanmıyorlardı. Çünkü onların silâh ve teçhizatları düşmanlarınkinden azdı. Onlar sadece imanları, Allah’a bağlılıkları ve Allah’ın kendilerine yönelik yardımı sayesinde zafere ulaşıyorlardı. Buna göre yüce Allah’ın ve Peygamberimizin direktiflerine aykırı hareket etmiş olsalardı, bel bağladıkları biricik zafer sebeplerinden kendi elleriyle yoksun kalmış olurlardı. Bundan dolayı sözünü ettiğimiz savaş kurallarına, kendilerini baskı altında inletmiş ve bazı arkadaşlarını en tüyler ürpertici işkenceler ile öldürmüş olan düşmanları karşısında bile uyuyorlardı. Nitekim Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) öfkeye kapılınca Kureyşli iki müşrik olan “falanca ile filânca”nın ateşte yakılarak öldürülmesini emrediyor, fakat hemen arkasından söz konusu kimselerin yakılarak öldürülmesi emrini geri alıyor. Çünkü ateşte yakarak cezalandırmak sadece yüce Allah’a mahsustur.Daha sonra Müslümanlara savaş açan, onlara dini inançları yüzünden baskı yapan, onları yurtlarından çıkaran kimseler ile savaşılması, onlara nerede ve hangi şartlarda rastlanırsa öldürülmeleri emri vurgulanıyor. Yalnız Mescid-i Haram, (Kâbe) civarında rastlanan düşmana ilişmemek gerekir. Fakat eğer kâfirler burada saldırıyı başlatan taraf olurlarsa artık onlar için Kâbe çevresinin dokunulmazlık ilkesi geçerli değildir. Bir de eğer sözkonusu kâfirler yüce Allah’ın dinine girerlerse o zaman da Müslümanların ellerinden kurtulacaklar, daha önce Müslümanlara ne kadar eziyet etmiş, onlara ne kadar ağır baskılar uygulamış ve ne kadar savaş yapmış olurlarsa olsunlar, artık eski hesapları kapanacaktır.Bunun yanısıra Mescid-i Haram (Kâbe) civarında savaşmak yasaktır. Allah (cc) burayı güven bölgesi olarak belirledi, dostu Hz. İbrahim’in (selâm üzerine olsun) duasını kabul ederek oranın çevresini de güvenlik kuşağı olarak ilân etti. Burayı dünyanın her yanından akın akın gelecek olan insanların güven, dokunulmazlık ve barış içinde toplanacakları bir yer kıldı.Mescid-i Haram’ın civarında savaş olmaz. Orada, yalnız bu yerin dokunulmazlığını çiğneyerek müslümanlara saldırı başlatan kâfirlere karşı savaşılır. O zaman müslümanlar onlara kuvvetle karşı koyarlar ve bu saldırganları öldürmedikçe vuruşmaya son vermezler. İşte insanlara dinî inançları yüzünden baskı yapan ve çevresinde güven içinde yaşamış oldukları Mescid-i Haram’ın dokunulmazlığını çiğneyen kâfirlere yaraşan ceza budur.(59) Hanefilerden, Malikilerden ve Hanbelilerden olan fukahanın karar kıldığı şudur: Kâfirlerle savaşmak, küfürlerinden dolayı değil, düşmanlıkta haddi aşmaları, çarpışma ve savaşmalarından dolayıdır. Bir kişi mücerred İslâm’a olan muhalefeti için veya küfrü için değil, İslâm’a karşı düşmanlıkta haddi aşmasından (harbiliğinden) dolayı öldürülür.(60) Allah’a, Allah’ın Peygamberine, Allah’ın dini İslâm’a ve İslâm’a teslim olmuş Müslümanlara karşı fiilen açıkça savaşanlar harbidirler ve bunlara karşı savaşmak Allah’ın kıyamete baki emridir.
_________________________
(40) El-Lübab Fi Ulumi’l Kitab (İbn-i Adil) C: 3 , Sh: 343, Beyrut/ 1998
(41) Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, C:1, Sh: 165-166, Beyrut/ 1998
(42) Ahkâmu’l Kur’ân (İbn-i Arabi) C: 1, Sh: 152, Beyrut/ty
(43) et-Tevbe Sûresi/5
(44) el-Bakara Sûresi/191; en-Nisa Sûresi/91
(45) et-Tevbe Sûresi/5
(46) Sahih-i Buhârî, Cezâu’s-Sayd: 18, Cihâd: 169, Meğâzî: 48; Müslim, Hacc: 450; Ebû Dâvûd, Cihâd: 117; Tirmizî, Cihâd: 18; Nesâî, Menâsik: 107, (Tahrîmu’d-Dem 14’te emrin fiilen infaz edildiği kaydedilmektedir); Dârimî, Menâsik: 88, Siyer: 20; Muvatta’’, Hacc: 247; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 109, 164, 231-232, 233, 240
(47) Sahih-i Müslim, Cihâd 84, 85, 86
(48) Sahih-i Buhârî, Lukata 7, Meğazi 53; Nesâî, Menâsik 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103; Müsned, I, 318, 348.
(49) Bakara Sûresi/193
(50) Tevbe Sûresi/ 5
(51) Ahkâmu’l Kur’ân (İbn-i Arabi) C: 1, Sh: 152-153, Beyrut/ty.
(52) El- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 2, Sh: 351-352, Mısır/ 1967
(53) Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, C:1, Sh: 166, Beyrut/ 1998
(54) El-Lübab Fi Ulumi’l Kitab (İbn-i Adil) C: 3, Sh: 343, Beyrut/ 1998
(55) Bakara Sûresi/ 125
(56) Âl-i İmrân Sûresi 97
(57) Sahih-i Buhârî, Sayd 8; Müslim, Hacc 446, 448. Buhârî, Sayd 10; Müslim, Hacc 445; Tirmizî, Diyât 13; Nesâî, Menâsik 111, 120
(58) Fizilali’l Kur’ân (Şehid Seyyid Kutub) C: 1, Sh: 189, Beyrut/ 1982
(59) Fizilali’l Kur’ân (Şehid Seyyid Kutub) C: 1, Sh: 190, Beyrut/ 1982
(60) Asaru’l Harbi Fi Fıkhi’l İslâm’ı (Prof. Veyve Zuhayli) Sh: 106, Dımaşk/ 1992